İSTANBUL SÖZLEŞMESİ NİÇİN İPTAL EDİLMELİDİR?

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ NİÇİN İPTAL EDİLMELİDİR? (H. Cem KANIBİR/Türkolog)

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEKİ ÇEVİRİ KURNAZLIĞI

İstanbul Sözleşmesi”nin Türkçe metni ile İngilizce metni karşılaştırıldığında Türkçe çeviride toplumun tepkisini çekmemek için politik bir çeviri kurnazlığı yapıldığı görülmektedir.
Sözleşme’nin özgün başlığı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve EV İÇİ Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (Council of Europe Convention on preventing and combating violence against women and DOMESTİC violence) olmasına karşın Türkçeye “Kadınlara Yönelik Şiddet ve AİLE İÇİ Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olarak çevrilmiştir.
Sözleşme’nin metnindeki “ev içi şiddet (domestic violence) ibaresi, Türkçeye “aile içi şiddet’’ olarak çevrilmiş, ev içinde (domestic unit) ibaresi ise “aile birliğinde” olarak çevrilmiştir.
Öte yandan, madde 3/b’deki “eşler veya partnerler arasındaki şiddet” ibaresi, “eşler veya ebeveynler arasındaki şiddet” olarak çevrilmiştir.
Madde 3/b uyarınca “aile içi şiddet’’, aile içerisinde, aile birliğinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya ebeveynler arasında meydana gelen, failin aynı evi şu an veya daha önce şiddet mağduruyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri anlamına gelir.
(DOMESTIC violence shall mean all acts of physical, sexual, psychological or economic violence that occur within the FAMILY OR DOMESTIC UNIT or between former or current spouses or PARTNERS, whether or not the perpetrator shares or has shared the same residence with the victim.”) (madde 3/b)
Böylece İstanbul Sözleşmesi’yle, resmi evli veya eşcinsel birliktelikler DAHİL evlilik dışı tüm çiftler tanınmıştır.
Öte yandan 36, 46 ve 59. maddelerin çevirisinde özgün metne sadık kalınmıştır.
“Tecavüz dâhil cinsel şiddet” başlıklı 36. maddenin 3. bendi, “Taraf devletler, 1. bentte yer alan hükümlerin iç hukuk tarafından tanındığı şekliyle eski veya şu anki eşe veya partnerlere karşı işlenen eylemler için geçerli olmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri alacaklardır.” biçiminde çevrilmiştir.
46. maddenin a bendi, “iç hukukun kabul ettiği eski veya mevcut bir eşe veya partnere karşı, aile fertlerinden biri tarafından mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından” yöneltilen şiddet biçiminde çevrilmiştir.
59/1 ve 2 maddelerinde de yine özgün metne sadık kalınarak “eş veya partner”, “evlilik veya ilişki” ibareleri kullanılmaktadır.
Bu maddede taraf devletlere, şiddet mağduru göçmen kadınlara, eş veya evlilik dışı partnerlerinden bağımsız ikametgah izni sağlama yükümlülüğü de getirilmiştir.
36. maddede, Türk Ceza Kanunu’nda “cinsel saldırı” (madde 102) olarak düzenlenmiş olan suç, “tecavüz” olarak çevrilmiştir.
12. maddenin 1. bendinde yer alan “Taraf devletler kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır.” biçimindeki düzenleme, “Taraf devletler kadının aşağılığı iddiasına veya kadın erkek için kalıp rollere dayanan önyargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli önlemleri alır.” biçiminde çevrilmiştir.
Uluslararası belgelerin politik tercihler nedeniyle yanlış veya eksik olarak çevrilmesi, hukuk uygulamalarında ve uluslararası düzlemlerde özgün metnin esas alınacağı gerçeğini değiştirmemektedir.
Türkiye’nin de tarafı olduğu 1969 tarihli Antlaşmalar Hukuku Hakkında Viyana Sözleşmesi madde 33 uyarınca, uluslararası sözleşmelerin orijinal metinleri bağlayıcıdır. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ne, sözleşmenin hangi maddelerine çekince konulabileceği 78. maddede düzenlenmiş olmasına rağmen herhangi bir çekince de koymadığından, Türkiye açısından bağlayıcı olan, yanlış çeviriler değil orijinal metinlerdir.
İstanbul Sözleşmesi farklı kadın ve eşcinsel grupları da özel koruma altına almaktadır.
Madde 4/3 uyarınca, taraf devletler bu Sözleşme’de öngörülen korumayı hiçbir ayrıma (cinsiyet, TOPLUMSAL CİNSİYET, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya farklı görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal köken, herhangi bir etnik azınlık, mülkiyet, doğum, CİNSEL YÖNELİM, TOPLUMSAL CİNSİYET KİMLİĞİ, yaş, sağlık durumu, medeni durum, göçmen ya da mültecilik durumu, yaş veya engel veya diğer bir duruma dayalı ayrıma) yer vermeksizin bütün gruplara sağlamakla yükümlüdür.
Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi ile eşcinsel birliktelikler meşru kabul edilmektedir.
Aileleri parçalayan, eşcinselliği yayan ve toplumu çürüten İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun iptal edilmelidir.

Birinci Bölüm İncelemesi

1) İstanbul Sözleşmesi’nin tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olup bu sözleşme isminden başlayarak cinsel bölücülük temelinde çarpık bir bakış açısı taşımaktadır. Şiddet görenin sadece kadın olduğuna ve tabii şiddet gösterenin ise sadece erkek olduğuna dair bir ön kabul akla ve mantığa aykırıdır.

2) Sözleşmenin giriş kısmının 8. paragrafında imzacı devletlerin “Kadına karşı şiddetin ve aile içi şiddetin her türünü kınayarak” davranacakları belirtilmiştir. Ayrımcı bu tutum, kadından erkeğe, kadından çocuğa ve kadından kadına yönelik şiddetin önemsizleştirilmesi ve ister istemez görmezden gelinmesine yol açması sonucu doğurmaktadır. Oysa şiddet sebep-sonuç ilişkileriyle bir döngüdür ve sadece erkek cinsiyeti üstüne yüklenerek çözülemez.

3) Sözleşmenin giriş kısmının 10. paragrafında imzacı devletlerin “Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak” davranacakları belirtilmiştir. Buradaki ifade tamamen toptancı ve genellemeci biçimde kategorik olarak dünyadaki bütün erkekleri suçlamaktadır. Dünyadaki yaklaşık yedi milyar insanın yarısını oluşturan kadınlara, dünya insan nüfusunun diğer yarısını oluşturan erkekler hedef gösterilmektedir. Bu son derece tehlikeli bir sosyal terör argümanıdır. Zira etnik ya da mezhep temelli terör hareketlerinin ulaşabileceği maksimum potansiyel destekçi ve sempatizan sayısı o etnisite ya da mezhebe bağlı olanların sayısıyla sınırlıdır. Cinsel bölücülük temelli sosyal terörün ise dünya nüfusunun en az yarısına hitap edebilme kabiliyeti söz konusudur.

4) Sözleşmenin giriş kısmının 11. paragrafında imzacı devletlerin “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak” davranacakları belirtilmiştir. Burada karşımıza İngilizcede “Gender” olarak kodlanan “Toplumsal Cinsiyet” kavramı çıkarılmaktadır. Cinsiyet denildiğinde bizim algılarımızda yeri olan kavram ise İngilizcede “Sex” yani “Biyolojik Cinsiyet” olarak tanımlanmaktadır.

Toplumsal cinsiyet kuramı, insanların cinsiyetlerine dair davranışsal özelliklerinin hiçbirinin doğuştan gelmediğini, ana-baba ve toplum tarafından öğretildiğini öne süren bir anlayıştır. Erkekler ile kadınların doğuştan itibaren tamamen farklı beden, beyin ve psikoloji yapısı taşıyan iki farklı insan türü olduğunu ret ve inkar eden bu anlayış, varoluşa savaş açmaktan farksızdır.

Ayrıca bu paragraftaki çarpık mantık, üstü örtülü olarak cinsiyet davranışlarına dair ana-baba ve toplum öğretilerinin kadınların erkeksileştirilmesi ve erkeklerin de kadınsılaştırılması yönünde olmasını teşvik etmektedir. Açıkça söylenemese de kız çocuklarının erkek gibi, erkek çocuklarının ise kız gibi yetiştirilmesi önerilmektedir. Ki nitekim kısa adı ETCEP olan “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi” Milli Eğitim Bakanlığı tarafından uygulanmış ve bu yönde çalışmalar yaptırılmıştır.

5) Sözleşmenin giriş kısmının 12. paragrafında ilk kez kullanılan “kız” ifadesi metnin tamamında toplamda beş kez kullanılmışsa da sözleşmede kadın kelimesi 88 kere, erkek kelimesi 17 kere, çocuk kelimesi 14 kere kullanılmış; bebek kelimesi ise hiç kullanılmamıştır.

Kız, kadın ve çocuk kelimeleri daima mağdur özne, erkek kelimesi ise daima saldırganlık öznesi olarak kullanılmıştır. Şiddetin tek sorumlusunun sadece erkekler olarak gösterilmesine dair bu cinsiyet ayrımcısı yaklaşım, temel insan haklarına tamamen aykırıdır.

İstanbul Sözleşmesi’nin giriş kısmı bile iki cinsiyeti çatıştırmacı bir üsluba sahiptir; cinsel bölücülük temelinde ayrımcıdır ve temel insan haklarına aykırıdır.

İstanbul Sözleşmesi’nin Komisyon Raporlarıyla Birlikte Tam Metni:

(https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss81.pdf)

İkinci Bölüm İncelemesi
1) İstanbul Sözleşmesi’nin “Kapsamlı ve Koordineli Politikalar” başlıklı 7/1 maddesinde yine cinsiyetçi bir yaklaşımla sadece kadına ve sadece erkekten yönelik şiddetin önlenmesi ve buna karşı devlet çapında etkili, kapsamlı, koordineli ve bütüncül mücadele edilmesinden ve buna uygun yasal ve idari tedbirlerin alınmasından söz edilmektedir.
Dolayısıyla kadından erkeğe, kadından kadına, kadından çocuğa, erkekten erkeğe, erkekten çocuğa yönelen şiddet eylemleri yine kapsam dışıdır.
2) İstanbul Sözleşmesi’nin 7/2 maddesinde imzacı devletler “…Mağdurun haklarının, alınan tüm tedbirlerin merkezinde yer almasını temin edeceklerdir.” denilerek bağıt altına alınmıştır. Daha önce açıkladığımız üzere sözleşmede “mağdur” olarak kodlanan kişiler sadece kadınlardır.
“Kadın beyanı esastır.” ilkesi nedeniyle de kadınların çok çeşitli nedenlerle iftira atmış olabilecekleri, herhangi bir psikolojik sorunları olabileceği gibi ihtimaller tümüyle devre dışı bırakılarak ve hukukun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesi de göz ardı edilerek erkekler baştan aşağı savunmasız bırakılmışlardır.
3) İstanbul Sözleşmesi’nin 7/3 maddesinde, (kadına yönelik şiddetin engellenmesine dair) “…Tedbirlere, yerine göre, hükümet kuruluşları, ulusal, bölgesel ve yerel parlamentolar ve yönetimler, ulusal insan hakları kurumları ve sivil toplum kuruluşları gibi, ilgili tüm aktörler müdahil olacaktır.” denilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti üniter yapılı ulus devlettir. Bu maddedeki “bölgesel ve yerel parlamentolar” ibaresine bile çekince konulmamış olması son derece düşündürücüdür. Ayrıca devlet otoritesinin bir kısmının ulusal insan hakları kurumları ile dışarıdan fonlanan sivil toplum kuruluşlarına yani Feminist ve LGBTİQ+ derneklerine devredilmesi de son derece sakıncalıdır.
4) İstanbul Sözleşmesi’nin “Finansal Kaynaklar” başlıklı 8. maddesinde imzacı devletlerin Feminist ve eşcinsel derneklerine -ki kadın derneği adı altındaki pek çok Feminist derneğin PKK terör örgütüyle bağı malumdur- para ve insan kaynağı sağlaması da şöylece hüküm altına alınmıştır:
“Taraflar, devlet dışı aktörler ve sivil toplum tarafından gerçekleştirilenler de dahil olmak üzere, bu Sözleşmenin kapsadığı her türlü şiddet eylemini önlemeye ve bunlarla mücadeleye yönelik bütüncül politikaların, tedbirlerin ve programların yeterli bir biçimde uygulanması için uygun finansal kaynakları ve insan kaynaklarını tahsis edeceklerdir.”
5) İstanbul Sözleşmesi’nin “Sivil Toplum Kuruluşları ve Sivil Toplum” başlıklı 9. maddesinde de yine Feminist ve eşcinsel derneklerin devlet tarafından takdir ve teşvik edilerek desteklenmesi ve devletin bunlarla işbirliği içine girmesi şöyle bağıtlanmıştır:
“Taraflar kadınlara karşı şiddet uygulanmasıyla mücadelede aktif bir rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek ve bu kuruluşlarla etkili bir işbirliği gerçekleştirecektir.”
6) İstanbul Sözleşmesi’nin “Koordinasyon Kurumu” başlıklı 10. maddesi şöyledir:
(1)- “Taraflar, bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddeti önleme ve bunlarla mücadeleye yönelik politika ve tedbirlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirmesinden sorumlu bir veya birden fazla kurumu belirleyecek veya kuracaktır. Bu kurumlar Madde 11’de belirtildiği gibi verilerin toplanmasını koordine edecek, verileri analiz edecek ve sonuçlarının dağıtımını sağlayacaktır.
(2)- Taraflar bu fıkra uyarınca belirlenen veya oluşturulan kurumların Bölüm VIII uyarınca alınan tedbirlerin genel mahiyeti hakkında bilgilendirilmelerini sağlayacaktır.
(3)- Taraflar bu fıkra uyarınca belirlenen veya oluşturulan kurumların, diğer tarafların bünyesinde yer alan muadil kuruluşlarla doğrudan iletişim kurma ve ilişkiler oluşturma yeteneğine sahip olmalarını sağlayacaklardır.
İstanbul Sözleşmesi’nin 10/1 maddesinde belirtilen koordinasyon, izleme, UYGULAMA ve değerlendirme kurumu olarak Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde yer alan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) görevlendirilmiştir.
Bu sözleşmedeki “üst akıl” ise imzacı devletlerin aday gösterdiği 19 kadın arasından gizli elektronik oylamayla seçilen 10 kadından oluşan ve kısa adı GREVIO (Group of Experts on Action against Violence against Women and Domestic Violence/Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetle Mücadele Uzmanları Grubu) olan komitedir.
GREVIO, doğrudan KSGM’ye tavsiye (!) denilen talimatlar göndermekte ve sözleşmeye göre UYGULAMA kurumu olarak tanımlanmış KSGM de devletin diğer bütün bakanlıklarına, valiliklerine ve çeşitli birimlerine bu talimatları yansıtmaktadır.
Grevio’nun KSGM’ye gönderdiği tamı tamına 348 maddelik talimatlar incelendiğinde içişlerimize müdahale boyutunun vahametini çok daha iyi anlamak mümkündür: https://ailevecalisma.gov.tr/…/grevio-raporu-na-iliskin…
Bu durum aile hukukunu ve dolayısıyla bütün bir toplumun bugününü ve geleceğini çok yakından ilgilendiren ve belirleyen konularda açık bir yetki devri anlamına gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu konulardaki yetkilerini 10 Feminist kadından oluşan uluslararası bir komiteye yani Grevio’ya bir nevi devretmiş durumdadır!
Bütünüyle muğlak biçimde ve doğru olup olmadığı da araştırılmadan beyan esas alınarak tanımlanan “fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri” olarak tanımlanan erkekten kadına yönelik şiddet verileri analizli sonuçlarıyla medyaya ve Feminist derneklere servis edilmektedir.
Durum böyle olunca da toplam şiddet ve cinayet vakaları içinde kadından erkeğe, kadından çocuğa, kadından kadına yönelen şiddet vakaları ister istemez görünmez kılınmakta ve şiddeti uygulayanın sadece erkekler olduğuna dair gerçekdışı bir algı oluşmakta; bu sanal algı operasyonuyla da yasama, yürütme ve yargı erklerinin fiiliyatında ve kanuni düzenlemelerde sırf cinsiyetinden dolayı daima kadın lehine, dolayısıyla erkek aleyhine uygulamalara gidilmektedir.
Bir yılda erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı ilan edilirken kadınlar tarafından öldürülen ya da azmettirilerek başka bir erkeğe öldürtülen vaka sayıları hiç gündeme bile gelmemektedir. Sorgusuz sualsiz kadın beyanıyla hareket edilmesi çok ağır haksızlığa uğratılan erkeklerin şiddete yönelmesine yol açmaktadır.
Ve yine ayrıca bir genel müdürlüğün devlet hiyerarşisinin dışında davranarak bağlı bulunduğu Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nı, Dışişleri Bakanlığı’nı ve tabii ki Cumhurbaşkanlığı’nı da devre dışı bırakarak yabancı devletlerdeki muadil kuruluşlarla doğrudan iletişim kurması ve ilişkiler oluşturması da devlet yönetim geleneğimize tamamen aykırıdır.
7) İstanbul Sözleşmesi’nin “Veri Toplama ve Araştırma” başlıklı 11. maddesi de milli güvenlik sorunu teşkil edecek kadar tehlikelidir. Madde 11/1.a’ya göre imzacı devletler, “Bu Sözleşme kapsamında kalan her türlü şiddet olayıyla ilgili” yani toplam şiddet olaylarından sadece erkekten kadına yönelik olanları istatistiksel veri olarak düzenli aralıklarla toplayacaklar; madde 11/1.b’ye göre bunlarla ilgili araştırma yapacaklar; madde 11/2’ye göre halk anketleri yapacaklar; madde 11/4’e göre kamuoyu erişimine açacaklar ve buraya dikkat madde 11/3’e göre toplanan bütün bu kişisel verileri 10 kadından oluşan uluslararası Grevio komitesine vereceklerdir.
Üst düzey bir devlet görevlisinin karısıyla tartıştığını düşünelim. Bütün bu bilgiler Grevio’nun ve söylemeye bile hacet olmadığı üzere yabancı istihbarat servislerinin elinde olacaktır. Bu bilgilerin hangi maksatla ve nasıl kullanılacağını da artık siz düşünün…
(İstanbul Sözleşmesi’nin Komisyon Raporlarıyla Birlikte Tam Metni:
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss81.pdf)
Üçüncü Bölüm İncelemesi
1) İstanbul Sözleşmesi’nin “Genel Yükümlülükler” başlıklı 12/1 maddesinde “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir.
Kültür, toplumsal ve bireysel düzeyde olmak üzere iki kapsamdadır. Bireysel ölçekte böyle düşünen erkekler ve kadınlar dünyanın her yerinde olabilir. Aynı şekilde erkeği de para makinesi olarak görüp kullanmak isteyen, bedenini kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışan kadınlar da olabilir.
Toplumsal kültürümüzde ise kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesi yoktur.
Tevbe Suresi 71. Ayet’te “Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar.” denilmiş ve daha pek çok ayette de insanların üstünlük durumlarının cinsiyetlerinde değil takvada olduğu vurgulanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün de bakış açısında bir cinsiyeti aşağı ya da üstün görme söz konusu değildir ve kadınlar ile erkekler arasındaki işbölümü vurgulanmıştır:
“Kudret-i fatıra (Her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın kudreti) insanları iki cins olarak yaratmıştır. Bunlar yekdiğerinin lazım ve melzumdur… Malumdur ki her safhada olduğu gibi hayat-ı içtimaiyyede dahi taksim-i vezaif vardır. Bu umumi taksim-i vezaif arasında kadınlar kendilerine ait olan vezaifi yapacaklardır.”
“Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslim ve Müslimenin beraber olarak iktisab-ı ilm-ü irfan eylemesidir. Kadın ve erkek ilm-ü irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”
“Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti layıkıyla anlaşılır.”
Atatürk, İstanbul Sözleşmesi’yle töre ve geleneklerimizi kökünden kazımaya davranan emperyalistlere tokat mahiyetindeki şu konuşmasını da ta 21 Mart 1923 günü Konya’da yapmıştır:
“Kadınlarımızın bu kadar fedakarlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan bu kadar ehliyetlerine rağmen düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen sathi nazarlar kadınlarımıza bazı isnadatta bulunmaktadırlar. Kadınlarımızın hayatta atılane yaşadıklarını, ilm ile irfan ile münasebetleri bulunmadığını, hayat-ı medeniyye ve hayat-ı içtimaiyye ile alakadar olmadıklarını, kadınlarımızın her şeyden mahrum kaldıklarını, onların Türk erkekleri tarafından hayattan, dünyadan, insanlıktan, kar-u kisbden uzak tutulduğunu söyleyenler vardır. Fakat hakikat-i hal böyle midir? Şüphesiz ki Türk kadınını bu suretle görmek, Türk kadınını görmemektir. Ecnebilerin ve bizi düşman nazariyle görenlerin tarif ve tavsir ettikleri kadınlar, bu vatanın asıl kadını, Anadolu’nun asıl Türk kadını değildir. Öyle kadınlar bizim asıl hayatımızda ve asıl memleketimizde yoktur. Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, bilhassa büyük şehirlerimizde, müterakki ve medeni zannedilen yerlerde, bazı Türk hanımlarının manzara-i hariciyyelerine bakarak aldanıyorlar. O kadınların harici manzaralarını aleyhimizdeki sui tefsirlere müsait bir zemin olarak alıyorlar. Milletin umumi hayatına nisbetle pek mahdut ve pek naçiz olan o kadınları, onların manzara-i hariciyyelerinden çıkardıkları manayı bütün Türk kadınlığına teşmil ediyorlar. İşte ilk tashih edilecek hata ve ilk ilan edilecek hakikat buradadır.”
İstanbul Sözleşmesi’nin bu maddesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri almaya bağıtlanmış yani Türk devleti Türk sosyal kültürünü yok etmek yükümlülüğü altına sokulmuştur. Bu durum elbette ki asla kabul edilemez.
2) İstanbul Sözleşmesi’nin 12/2 maddesinde “Taraflar herhangi bir gerçek veya hükmi şahsiyetin bu Sözleşmenin kapsamında kalan her türlü şiddet eylemini önleyecek gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmiştir.
Bu da son derece ilginç bir maddedir. Sözleşmede şiddet mağduru olarak kodlananlar sadece kadınlardır ve şiddet olarak da son derece muğlak ve beyana dayalı doğru kabul edilen “tehdit, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri” olarak tanımlanmıştır.
Daha önce anlattığımız üzere “Pöf dedin, yan baktın, öte gittin, beri geldin.” dahil her şey ama her şey şiddet kapsamına alınmıştır.
Bir de ayrıca hükmi şahsiyet yani tüzel kişiliklerin yani devlet kurumu ya da sivil derneklerin kadına yönelik şiddet eylemleri de önlenecek, denilmiştir. Bu madde de kapsamı belirsiz, ucu bucağı sınırsız, kadın cinsiyetini ilahlaştıran bir maddedir. İfade özgürlüğünün cinsiyet temelinde tümüyle ihlal edilmesi hatta ortadan kaldırılmasıdır. Kadınları övmek serbest, eleştirmek yasak! Erkeklere ise atış serbest!
3) İstanbul Sözleşmesi’nin 12/4 maddesinde “Taraflar, özellikle gençler ve erkekler olmak üzere, toplumun tüm bireylerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaktır.” denilmektedir.
Bu madde de kamu düzeni ve güvenliği açısından son derece tehlikelidir. Sokakta bir kadın ile bir erkek arasında sözlü bir tartışma bile olduğunda kimin haklı kimin haksız olduğuna da hiç bakılmaksızın erkeğin linç edilmesine ve hatta öldürülmesine neden olacak bu yaklaşım son derece sakıncalıdır. Polisiye olaylara müdahale etmesi gereken ucuz kahramanlar değil polistir.
Medeni hukuk devletinde linç kültürünü yasal hale getirmek de kabul edilemez. Ayrıca bu zihniyet, kötü niyetli bazı kadınların yok etmek istediği erkekleri kamusal alana çekerek çok kolayca öldürtmelerine de yol verecektir.
4) İstanbul Sözleşmesi’nin 12/5 maddesinde “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya SÖZDE “NAMUS” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” demektedir.
Namus kavramını SÖZDE NAMUS diyerek aşağılayan bir zihniyetin ürünü olan bu sözleşmenin kültürümüzü, töremizi, dinimizi, geleneğimizi ve namus anlayışımızı yok etmek üzere hazırlandığı çok bariz biçimde ortadadır.
5) İstanbul Sözleşmesi’nin 12/6 maddesinde “Taraflar kadınların güçlendirilmesine yönelik program ve faaliyetlerin yaygınlaştırılması için gerekli tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir.
Oysa aslolan hangi alanda kim mağdursa cinsiyetine bakılmaksızın güçlendirilmesi ve kadın-erkek dengesinin korunmasıdır. Sürekli olarak tek bir cinsiyete pozitif ayrımcılık yapmak dirlik, düzen getirmez.
6) İstanbul Sözleşmesi’nin “Farkındalığın Artırılması” başlıklı 13. maddesinin 1. fıkrasında “Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ortaya farklı şekillerde çıkışı ve bu eylemlerin çocuklar üzerindeki etkisi ve bu şiddet eylemlerinin önlenmesi ihtiyacı konusunda halk arasındaki farkındalığın ve anlayışın arttırılması için, yerine göre ulusal insan hakları kuruluşları ve eşit haklar kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de kadın örgütleriyle işbirliği de dahil olmak üzere, düzenli olarak ve her düzeyde farkındalık arttırıcı kampanya ve programları yaygınlaştıracak veya uygulayacaktır.” denilmektedir.
Bu maddenin sonucu olarak hazırlanan kamu spotlarında şiddet uygulayan kişi olarak sadece erkekler lanse edilmekte; şiddet davranışı sadece erkek cinsiyetine yüklenerek bütün erkekler ve erkek cinsiyeti toptan suçlanmakta; daha da ileri gidilerek erkekleri hayvanlardan daha da aşağı gösteren afişler duvar panolarına asılmaktadır.
Feminist dernekler, kadınların erkekler aleyhindeki sadece beyana dayalı her türlü iddiasını kamuoyuna yansıtmakta, kendilerini hem Savcı hem Hakim yerine koyarak yargılama bile yapılmadan hüküm keserek suçlu ilan etmektedirler.
İstanbul Sözleşmesi’nden cesaret bulan Feminist derneklerinin erkek cinsiyetine karşı kin ve nefret söylemleri içinde bulunmaları, halkın bir kesimini cinsiyet temelinde aşağılayarak normal şartlarda TCK 216/2 maddesi kapsamında suç olarak değerlendirilmesi gereken eylemleri hatta “Bütün erkekleri öldüreceğiz. Hazır olun.” biçimindeki adeta iç savaş çağrısı gibi şiddet içerikli afiş ve pankartları hakkında bile yasal işlem yapılmıyor olması, aynı söz, tavır ve davranışları bir erkek grubunun kadınlara yönelik yapması halinde ise devlet mekanizmasının hızla harekete geçerek cezalar yağdırması da yine erkeklere uygulanan cinsiyet ayrımcılığının ve insan hakları ihlalinin bariz örneklerindendir.
Aynı şekilde Feminist derneklerin TCK’daki Adli Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs Suçu işlediği göz ardı edilerek adliyelerin önünde cinsiyet temelinde bağırıp çağırmaları da vakayı adiyeden olmuştur.
7) İstanbul Sözleşmesi’nin 13/2 maddesinde “Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerini önlemeye yönelik mevcut tedbirler konusundaki bilgilerin halk arasında en geniş bir şekilde dağıtımını sağlayacaklardır.” denilmektedir.
Bu maddenin günlük yaşam pratiğindeki yansıması ise kadınların sürekli olarak başta kocaları olmak üzere erkekler aleyhinde kışkırtılmaları, panik butonu tabirli cep telefonu yazılımları, elektronik kelepçe vs… gibi daha da absürt uygulamaların İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamayan İngiltere’nin sağladığı fonla yapılan çalıştaylarla İçişleri ve Adalet Bakanlıkları ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na tavsiye (!) olarak sunulması olmaktadır.
8 ) İstanbul Sözleşmesi’nin “Eğitim” başlıklı 14. maddesinin 1. fıkrasında imzacı devletlerin anaokulundan üniversiteye bütün öğretim basamaklarında öğrencilere “toplumsal klişelerden arındırılmış TOPLUMSAL CİNSİYET rolleri” öğretilmesi bağıt altına alınmıştır.
Bunun anlamı kızların erkek gibi erkeklerin de kız gibi yetiştirilmesidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nca başlatılan ve kısa adı ETCEP (Eğitimde TOPLUMSAL CİNSİYET Eşitliği Projesi) olan projeyle ortaya çıkan son derece vahim durumlar dikkatle irdelenmeli ve bu saçmalığa derhal bir son verilmelidir.
9) İstanbul Sözleşmesi’nin 14/2 maddesi TOPLUMSAL CİNSİYET safsatasının yerleştirilebilmesi için eğitimle de yetinmeyerek “eğitimin yanı sıra, spor, kültür ve eğlence tesislerinde ve medyada yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirler”in alınmasını da bağıt altına almıştır.
Özellikle televizyon kanallarında neredeyse hemen her programda “sempatik bir eşcinsel”, kadınsı bir erkek ve erkeksi bir kadın mutlaka boy gösterir ve çocuklara rol model diye sunulur olmuştur. Cinsiyetsiz karakterlerle dolu çizgi filmlerin de eşcinselliği meşrulaştırmanın da ötesinde idealize ederek özendiren dizi ve filmlerin de sayısı son derece artmıştır.
10) İstanbul Sözleşmesi’nin “Profesyonel Kadroların Eğitilmesi” başlıklı 15. maddesinde sadece erkekten kadına yönelen beyana dayalı ve muğlak şiddetin önlenmesi için profesyonel kadroların oluşturulup eğitilmesinden söz edilmektedir. Özetle durum şudur ki Ortaçağ Avrupası’nda kadınlar için yapılan cadı avı 21. Yüzyılda erkekler için yapılmak istenmektedir.
11) İstanbul Sözleşmesi’nin “Önleyici Müdahale ve Tedavi Programları” başlıklı 16. maddesinde “İleride meydana gelecek şiddet olaylarını önlemek için” imzacı devletlerin tedbirler alması gerektiğinden söz etmektedir.
Erkeklerin dün, bugün ve ileride yani daima kadınlara şiddet uygulamak için sürekli kafalarında tasarım yaptığını düşünmek böyle bir paranoya ile hareket etmek ruh hastalığı değilse nedir?
12) İstanbul Sözleşmesi’nin “Özel Sektör ve Medyanın Katılımı” başlıklı 17. maddesinde ise imzacı devletlere, kadın onuruna saygıyı artırmak ve erkekten kadına yönelik şiddeti önlemek hususlarında bilgi ve iletişim teknolojisi sektörü ile medyayı teşvik etmek görevi verilmiştir.
Kadın onuruna saygı artırılırken erkek onuru ayaklar altına alınmakta ve insan onurundan ise hiç söz edilmemektedir.

Dördüncü Bölüm İncelemesi
1) İstanbul Sözleşmesi’nin “Genel Yükümlülükler” başlıklı 18. maddesinin 1. fıkrasında “Taraflar tüm mağdurları daha başka şiddet eylemlerine karşı korumak için gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” denilerek tümüyle soyut “olası şiddet” tanımı getirilmiş olup bu yaklaşım, hukukun en temel ilkelerinden biri olan “kusur olmadan ceza olmaz” ilkesine aykırıdır.
Sözleşmenin genel mantığı çerçevesinde sadece kadınlar şiddet mağduru olarak kodlandığı için dolayısıyla her erkeğin de “potansiyel şiddet uygulayıcısı” olarak kodlanmış olması da temel bir insan hakkı ihlalidir.
Ayrıca şiddet, “kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri” olarak son derece muğlak, soyut biçimde tanımlandığı halde bir de üstüne “başka şiddet eylemleri” denilerek kapsam sınırsız biçimde genişletilmiş olmaktadır.
Dolayısıyla akla hayale gelecek, gelmeyecek her şey ama her şey kadının beyanı üzerine “şiddet” olarak kabul görecek ve erkeğe her türlü yaptırım uygulanabilecektir.
Bu durum hukukun en temel ilkelerinden bir diğeri olan “suçun belirliliği” (lex certa) ilkesine kökünden aykırıdır.
Ayrıca bu durum Türk Ceza Kanunu’nun 2. maddesindeki “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz.” hükmüyle de çelişmekteyse de uluslararası sözleşme esas alınmak durumundadır.
2) İstanbul Sözleşmesi’nin 18/2 maddesinde imzacı devletlerin mağdurları ve tanıkları koruyup desteklerken “…Yargı birimleri, savcılar, kolluk kuvvetleri, yerel ve bölgesel yönetimler dahil ilgili tüm devlet kurumlarının yanı sıra, sivil toplum kuruluşları ve ilgili diğer kurum ve kuruluşlarla etkili bir işbirliği için uygun mekanizmaların mevcudiyetini temin etmek üzere, gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir.
Mağdur ve tanıkların korunup desteklenmesi için gerekli yasal ve diğer tedbirlerin alınıp uygulanması için kolluk kuvvetleri ile yargı erkinin sivil toplum kuruluşlarıyla yani dışarıdan fonlanan Feminist dernekleriyle etkili işbirliği içinde olması devletin egemenliğinin kısmen bunlara devredilmesidir.
3) İstanbul Sözleşmesi’nin 18/3 maddesinde imzacı devletlerin “…kadınlara karşı şiddetin ve aile içi şiddetin toplumsal cinsiyet boyutlu bir anlayışa dayalı olmasını” ve “Şiddetin kadın mağdurlarının güçlendirilmesini ve ekonomik bağımsızlığını amaçlamasını” temin edecekleri belirtilmektedir.
Toplumsal cinsiyet (gender) yaklaşımı burada bir kez daha karşımıza çıkarılmaktadır. Kadına karşı şiddetin gerekçesi, kadının kadın gibi davranması olarak betimlenmiştir ve devamında ise şiddetin bütün mağdurlarının değil sadece kadın cinsiyetindeki mağdurların güçlendirilmesi hedeflenerek bir kez daha keskin bir cinsiyet ayrımcılığı yapılmıştır.
4) İstanbul Sözleşmesi’nin 18/4 maddesi de yine ilginç bir maddedir. Sözleşmenin 18. maddesinin genelinde sayılanlara atıfla “Söz konusu hizmetler, mağdurun şikâyette bulunarak dava açmasından veya mağduriyete neden olanlar hakkında ifade vermesinden bağımsız olarak sağlanacaktır.” denilerek kadınlar, muğlak şiddet tanımı çerçevesinde illa da şikayetçi olmaya sevk edilmektedir.
Bunun neticesi ise en ufak sözlü tartışmaların bile boşanmaya dönüşmesi ve milyonlarca çocuğun babasız büyümesidir.
5) İstanbul Sözleşmesi’nin “Bilgi” başlıklı 19. maddesinde “Taraflar mağdurların mevcut destek hizmetleri ve yasal tedbirler konusunda anlayabildikleri bir dilde yeterli ve zamanında bilgi almalarını sağlayacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir.
Anayasamızın 3. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi dili Türkçedir ve Anayasamızın 4. maddesine göre de bu durum “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerinden biridir. Sözleşmeyle üniter devlet yapısı dil birliği bakımından da zayıflatılmaktadır. İstanbul Sözleşmesi bu bakımdan da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile çelişmektedir.
6) İstanbul Sözleşmesi’nin “Genel Destek Hizmetleri” başlıklı 20. maddesinde muğlak ve sınırı olmayan şiddet tanımı çerçevesinde mağdur olduğunu iddia eden her kadına gerektiğinde devlet tarafından konut sağlanması hükmü de trajikomik derecede abartılı bir yaklaşımdır.
7) İstanbul Sözleşmesi’nin “Bireysel/Toplu Şikayetlerde Sağlanacak Yardım” başlıklı 21. maddesinde “Taraflar mağdurların ilgili bölgesel ve uluslararası bireysel/toplu şikâyet mekanizmalarıyla ilgili bilgi sahibi olmalarını ve söz konusu mekanizmalara erişimini temin edeceklerdir.” denilmekte ve devamında da bu mekanizmaların yaygınlaştırılacağı belirtilmektedir.
İstanbul Sözleşmesi’nin “Telefon Yardım Hatları” başlıklı 24. maddesinde ise “Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak telefonla arayanlar için, gizliliğe bağlı kalarak veya arayanların kimliklerinin açıklanmamasına gereken dikkati göstererek ülke çapında 7 gün 24 saat esasına göre faaliyet gösteren ücretsiz telefon hatlarının oluşturulması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmiştir.
21. maddeyle karşımıza çıkarılan toplu şikâyet kavramı da yine hukukun temel ilkelerinden olan şikayetin ve suçun şahsiliği ilkesine aykırıdır.
21. maddede sözü edilen mekanizmaların günlük yaşam pratiğindeki karşılıkları ise İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından işletilen KADES (Kadın Destek) uygulaması, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesindeki Alo 183 hattı ve ŞÖNİM (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi) olarak karşımıza çıkmaktadır.
Feminist dernekleri tarafından “panik butonu” olarak tabir edilen KADES uygulamasına ilişkin bilgi İçişleri Bakanlığı’nın https://www.icisleri.gov.tr/kadin-destek-uygulamasi-kades bağlantısında şöyle verilmektedir:
”Eşinden veya bir başkasından şiddet gören ya da şiddete maruz kalma ihtimali olan kadınlar, akıllı telefonları üzerinden yapacakları ihbarlarda hızlı bir şekilde bu iş için kurulan Kadın Acil Destek İhbar Sistemi’ne ulaşabiliyorlar. Akıllı telefon kullanıcısı bir kadının, Google Play Store ve Apple Store uygulamasından indireceği “Kadın Destek Uygulamasını (KADES)”, T.C. Kimlik Numarasını girerek ve sonrasından EGM serverlarından gelen aktivasyon kodu ile aktif hale getirebileceği uygulama ile aile içi ve kadına yönelik şiddet mağduru kadınların acil durumlarda cihaz konum bilgisini açarak bir tuşla 155 Polis İmdat Acil Çağrı Merkezine ulaşarak yardım çağrısının yapıldığı olay yerine en yakın ekip veya devriyenin sevk edilerek olaya müdahalesi sağlanacaktır.”
Burada da yine şiddete maruz kalma “ihtimalinden” söz edilerek hukukun temel ilkeleri alt üst edilmektedir. Bir kadından ya da başka bir erkekten yönelen tehdit nedeniyle can güvenliği sorunu yaşayan bir erkeğe ise sesli biçimde telefon etmeden polise böyle bir ulaşım imkânı sağlanmamaktadır. Cinsiyet bazlı bu yaklaşım ise Anayasamızın 10. maddesindeki cinsiyetler arasındaki eşitlik ilkesine açıkça aykırıdır.
24 Mart 2018’de devreye giren KADES uygulaması 2019 yılı sonu itibariyle 342 bin 926 kadın tarafından akıllı telefonlara yüklenirken 15 bin 489 kadın tarafından da sözleşmedeki muğlak sınırı olmayan şiddet tanımı çerçevesinde ihbarda bulunulmuştur.
2018 yılında Türkiye’deki toplam kasten cinayet sayısı 3.679 iken öldürülen erkek sayısı 3.398, öldürülen kadın sayısı ise 281 olmuştur.
6284 sayılı kanunla birlikte 2012 yılında faaliyete geçen ALO 183 hattında ise durum şöyle: Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 15.03.2018 tarihinde Alo 183’ün işleyişine ilişkin yayımladığı verilere göre Alo 183’e her gün gelen 4 bini aşkın şikayetin ortalama 1.000 tanesi çocuk istismarı ile ilgili oluyor. Vakanın olduğu şehrin âcil müdâhale ekip sorumlusu ve/veya kolluk kuvvetlerince araştırılan çocuk istismarı ihbarlarının tam 985’inin gerçek dışı olduğu kayıtlara geçiyor. Tetkikler, söz konusu istismar ihbarlarının yalnızca 15 tanesinin incelemeye değer hadiseler olduğunu gün yüzüne çıkarıyor. Erkeklere iftira eden kadınlara ise hiçbir işlem yapılmadığı biliniyor. Kadınlar tarafından çocuk istismarı söylemiyle erkeklere atılan günde 985 iftira, ayda 29 bin 550 iftira… Yılda ise 354 bin 600 erkek kadınlar tarafından sadece çocuk istismarı söylemiyle iftiraya maruz kalıyor.
Geriye kalan günlük 3.000 civarı şikayet ise “erkekten şiddet gördüğünü iddia eden kadınlar” olarak yapılıyor. 2018 yılında can güvenliği olmadığını KADES, ALO 183 ya da karakol üzerinden iddia ederek 6284 sayılı kanun kapsamında erkek aleyhine tedbir kararı aldıran kadın sayısı ya da diğer bir deyişle evden attırılan erkek/baba sayısı ise 418.995. 2018 yılı itibariyle genel toplam polis sayısı ise 247.852. Öldürülen kadın sayısı ise yukarıda belirttiğimiz gibi 281.
Burada çok ciddi bir sorun var. İstanbul Sözleşmesi’ne dayalı olarak çıkarılan ve 8/3 maddesiyle “Şiddetin uygulandığı hususunda delil ve belge aranmaz.” diyerek kadının beyanını esas alan 6284 sayılı kanun ezici bir oranda kadınlar tarafından erkeklere çok çeşitli nedenlerle iftira atmak amaçlı kullanılıyor.
8 ) İstanbul Sözleşmesi’nin “Uzman Destek Hizmetleri” başlıklı 22. maddesinin 2. fıkrasında “Taraflar tüm şiddet mağduru kadınlara ve çocuklarına uzmanlık gerektiren kadın destek hizmetlerini sağlayacak ve bu yönde gerekli düzenlemeleri yapacaklardır.” denilerek mağdur sayılabilmek için kadın ya da çocuk olma şartı getirilmiş olması çok bariz cinsiyet ayrımcılığı örneklerinden biri dahadır.
9) İstanbul Sözleşmesi’nin “Barınaklar” başlıklı 23. maddesinde kadın ve çocuklara kalacak güvenli yer sağlanmasından söz edilse de yine trajikomik biçimde İstanbul Sözleşmesi ve iç hukuktaki uzantısı 6284 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarihten bugüne Türkiye’nin her yerinde “Kadın Sığınma Evleri” kurulmuşsa da bunlar neredeyse tümüyle boştur. Çünkü evden attırılan istisnasız her zaman erkek olmaktadır.
Bu uygulamaların başlamasından bugüne 2.000.000 (Evet 2 MİLYON) üzeri erkek/baba kadının bir lafı yeterli görülerek evden atılmıştır! Üstelik 6284 sayılı kanunun uygulama yönetmeliği gereğince evden atılan erkek hem kendi başının çaresine bakmak hem de evin geçimini sağlamak zorundadır.
10) İstanbul Sözleşmesi’nin “Haber Verme” başlıklı 27. maddesinde “Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesine tanık olan veya bu tür eylemlerin gerçekleştirildiğine veya müteakip şiddet eylemlerinin gerçekleştirilebileceğine dair makul gerekçeleri olan şahısların bunu yetkili makamlara bildirmelerini teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.” denilerek karı-koca arasına giren, aile mahremiyetine burnunu sokan “muhbir vatandaş” tipi üretilmek istenmektedir. Bu durum da en küçük atışmaların, ses yükselmelerinin bile başkalarının burunlarını sokmasıyla karakolluk olmakla sonuçlanması anlamı taşımaktadır. “Karı-koca arasına girilmez.” düsturu ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Verdiği reklamlarla erkekleri hayvanlardan bile aşağı göstermeye yeltenen malum “Yeşil Feminist” örgütün hazırlattığı bu tarz kamu spotları nedeniyle yıkılan yuvaları haddi hesabı yoktur. Aile kurumunu “gerici” olarak niteleyen ve doğum karşıtlığı da yapan Feminist örgütler tarafından kadınların erkeklere karşı sürekli kışkırtıldıkları da bilinen bir vakadır.
(İstanbul Sözleşmesi’nin Komisyon Raporlarıyla Birlikte Tam Metni:
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss81.pdf)

Beşinci Bölüm İncelemesi
1) İstanbul Sözleşmesi’nin “Tazminat” başlıklı 30/1 maddesinde “Taraflar mağdurların bu Sözleşmede belirlenen herhangi bir suç nedeniyle faillerden tazminat talep etme hakkına sahip olmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir. Hemen anımsayalım ki cinsiyet ayrımcısı bu sözleşmeye göre “şiddet mağduru” olarak sadece kadınlar ve şiddet uygulayan olarak da yine sadece erkekler kodlanmış durumdadır.
Sözleşmenin 3. maddesinde şiddet tanımı değil “Kadına karşı şiddet” tanımı “…Söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri” biçiminde yapılarak ayrıca 18/1 maddesinde bu tanım daha da genişletilip “daha başka şiddet eylemleri” de denilerek tamamen sınırsız hale getirilmiş ve bütün bu muğlaklıklar da şimdi tazminata yani paraya bu para da 30/3 maddesiyle makul bir süreye yani uygulamada ivedilikle verilmesine bağlanmıştır.
2) İstanbul Sözleşmesi’nin “Velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet” başlıklı 31. maddesinde
“1- Taraflar çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.
2- Taraflar herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürmemesini sağlayacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir.
Bunun günlük yaşam pratiğindeki karşılığı ise şudur. Boşanmalar sonrası velayet kadın istemediği sürece istisnasız kadına verilmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin iç hukuktaki karşılığı olan 6284 sayılı kanunun 8/3 maddesinde “Şiddetin uygulandığı hususunda delil ve belge aranmaz.” denilmektedir. Çocukları erkeğe/babaya hâkimin kişisel ilişki kararını çiğneyerek göstermek istemeyen bazı kadınlar, bir beyanla bu kararları çıkartmakta ve 2020 yılı itibariyle bugünün parasıyla İcra Müdürlüklerine çocuğunu görebilmek için 700-800 TL ödeyen erkek/baba 6284 kararı devreye girdiğinde çocuğunu yine görememektedir. Hâkimin velayete sahip olmayan ebeveyn ile çocuğun kişisel ilişki kurmasına dair kararı çiğneyen kadınlara hiçbir yasal yaptırım uygulanmamaktadır. Velayetin el değiştirmesi de hiçbir biçimde gündeme gelmemektedir. Bu tür ağır haksızlıklara maruz kalan erkeklerden bazılarının şiddet eylemlerine yönelmesi şaşırtıcı olmasa gerektir.
Aile kurumu çökmüş Batı’dan ithal “Toxic Masculanite” (Zehirli Erkeklik) gibi cinsiyetçi ve temel insan haklarına aykırı safsata kavramlarla yani şiddetin sebebi olarak erkeklerin varlığını gösteren bir mantaliteyle yaklaşarak sırf cinsiyetinden dolayı bütün erkekleri devlet gücüyle ve kanun zoruyla ezmek şiddeti önlemez tersine artırır. Nitekim de öyle olmaktadır. Ayrıca zorunlu askerlik yapan, savaş ve seferberlik durumunda vatan için ölmesi beklenen erkek yurttaşların kendi devletine küstürülmeleri, devlet kavramına isyan ettirilmeleri hatta çok daha öfkelenenlerin daha da ileri gidip terör örgütlerine katılmaları içinde kadınların da olduğu o milletin tümüne huzur ve fayda getirmez.
3) İstanbul Sözleşmesi’nin “Psikolojik Şiddet” başlıklı 33. maddesinde “bir şahsın (yani bir kadının) psikolojik bütünlüğünü zorlamak” diye yine tamamen muğlak, delili kanıtı olmayan, beyana dayalı bir suç tipi daha üretilmiştir. Sözleşme’nin “Yardımcı Olmak, Yataklık Yapmak ve Buna Yeltenmek” başlıklı 41. maddesiyle de bir kadının psikolojik bütünlüğünü zorlamaya “yardım ve yataklık yapmak ve buna yeltenmek” de suçtur. Bu İstanbul Sözleşmesi gerçekten trajikomiktir. Bir kadına “Üstündeki kıyafet hiç yakışmamış. Saçının modeli hiç hoş değil.” ya da “Şu davranışını hiç beğenmedim.” vs… diyen bir erkeğin durumu herhalde bu kapsamda olacaktır. Bunu başka bir kadın da desteklese “buna yardım ve yataklık ve yeltenmek” olması mümkün değildir çünkü İstanbul Sözleşmesi’ne göre mağdur her zaman kadındır. Dolayısıyla bir kadının “psikolojik bütünlüğünü zorlayan” sözler sarf eden bir erkeği başka bir erkek desteklerse “yardım ve yataklık” suçu da böylece gerçekleşmiş olacaktır. Suçun yeltenme kısmı ise herhalde beyninden geçirmiş olmakla ya da bir bakışla falan gerçekleşmiş olmaktadır.
4) İstanbul Sözleşmesi’nin “Irza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri” başlıklı 36. maddesinin 3. bendinde “…Eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş (cinsel) eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirler alınacaktır.” denilerek aile kurumunun içine ve hatta karı-kocanın yatak odasına pimi çekilmiş bir bomba bırakılmıştır.
İlk olarak eski eş ya da nikahsız birlikte yaşayan kişiler ile resmi nikahlı karı-kocanın bir tutulması kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır. İkincisi resmi nikahlı evliliklerde eşiyle cinsel birliktelik yaşamak ya da bunu istemek hem erkek hem kadın eş için doğal ve yasal bir haktır. “Evlilik içi tecavüz” diye bir suç tanımı tamamen uydurmadır. Ayrıca “tecavüz” terimi hukukta sadece erkeğin kadına yapabileceği bir suç olarak tanımlanmış olup öyle de algılanmaktadır. Hiçbir erkek resmi nikahlı karısının bir ömür boyunca kendisine böyle bir suçlama/iftira atmayacağının garantisini veremeyeceğine göre bu tür yaklaşımların karşılığı erkek yurttaşların resmi evlilik kurumundan uzaklaşmaya başlamalarındaki etkenlerden biri olmaktadır. Ayrıca resmi nikahlı eşlerde “tecavüz” denilen uydurma suç isnadının kanıtlanması nasıl olacaktır? İstanbul Sözleşmesi’ne göre mağdur sadece kadındır, suçlu her zaman erkektir ve kadının beyanı doğru ve yeterlidir. Böyle bir itham/iftiranın sonucu ise TCK 102/2 kapsamında Nitelikli Cinsel Saldırı Suçu olarak koca konumundaki erkeğin 12-15 yıl hapisle yargılanması ve kadının beyanına karşı kendini savunabilecek hiçbir delile sahip olmaması demektir. Tabii karısının da izniyle yatak odasına tercihen sesli kamera yerleştirmediyse…
5) İstanbul Sözleşmesi’nin “Kadın sünneti” başlıklı 38. maddesi de ilginç bir maddedir. Kadın sünneti olgusu aynı erkek sünneti gibi kültürel bir olgu olup sadece Ortadoğu ülkelerinde değil örneğin Büyük Britanya’ya bağlı Galler bölgesinde de çok yaygındır. Kadın sünnetinin zorla yaptırılması cezalandırılmaktadır. Yani bu sünnet kız çocukları küçükken ebeveynleri tarafından yaptırılmaktadır. Aynen Müslüman erkek çocukların küçükken sünnet ettirilmesi gibi ve bilindiği üzere Hristiyan kültüründe erkek sünneti yok iken kadın sünneti hemen her dinde ve kültürde mevcuttur. Bunun tıbben sakıncalı olduğu için kız çocuklarının sünnet ettirilmesine yasak getirilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Buna ilaveten aynı maddenin c bendinde kadın sünnetini “bizzat kendine uygulatanların” da cezalandırılmasının istenmesi ilginçtir.
6) İstanbul Sözleşmesi’nin “Cinsel Taciz” başlıklı 40. maddesinde “cinsel mahiyette sözlü veya sözlü olmayan veya fiziksel davranışın” cezalandırılacağı belirtilmiştir. Sözlü cinsel taciz ve fiziksel cinsel taciz tanımı anlaşılmaktadır. Bu cümlede sözlü cinsel taciz ve fiziksel cinsel taciz zaten ayrı ayrı sayılmıştır da aradaki “sözlü olmayan cinsel taciz” nedir? Erkeğe karşı maddi, manevi, cezai, tazmini ve her türlü kullanılabilecek ucu bucağı olmayan sınırsız, içine her şeyin doldurulabileceği bir uydurma suç tipi daha…
7) İstanbul Sözleşmesi’nin 42. maddesinde “SÖZDE namus” ifadesi tekrarlanmaktadır. İlk kez 12/5 maddesinde karşımıza sürülmüştü. Namus kavramını SÖZDE NAMUS diyerek aşağılayan bir zihniyetin ürünü olan bu sözleşme namussuz olduğunu böylece itiraf etmektedir. Bu yaklaşımın kültürümüzü, töremizi, dinimizi, geleneğimizi ve namus anlayışımızı yok etmek üzere hazırlandığı çok bariz biçimde ortadadır.
8 ) İstanbul Sözleşmesi’nin “Yargı Yetkisi” başlıklı 44. maddesinde uydurma bir suç tipi ve tanımı olan “evlilik içi tecavüze” de atıfta yapılarak “kovuşturulması için, taraflar yargı yetkilerinin söz konusu eylemlerin işlendikleri topraklarda cezalandırılması koşuluna tabi olmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” denilmektedir. Karısı ya da sevgilisi olan bir kadınla yurt dışında bulunan bir erkeğin, böyle bir itham/iftiraya maruz kalırsa -ki bir kadının asla böyle bir şey yapmayacağını düşünmek dünyadaki bütün kadınları hiçbir biçimde asla iftira etmez ilahi varlıklar olarak kabul etmek demektir- kadının beyanıyla o yabancı ülkede göz altına alınma, tutuklanma, yargılanma, hüküm giyme gibi durumlarla karşı karşıya kalması işten bile değildir. Ve hatta ayrıca 44/4 maddesi ile imzacı devletler “kovuşturmanın başlatılması için mağdurun eylemi haber vermesi koşuluna bağlı olmasının önlenmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri” almak zorundadır. Akla ziyan bir madde daha…
9) İstanbul Sözleşmesi’nin “Cezayı Ağırlaştırıcı Koşullar” başlıklı 46. maddesinde “suç” yani bir erkeğin kadına karşı yaptığı ya da yapmadığı, söylediği ya da söylemediği, düşündüğü ya da düşünmediği her türlü şeyin cezası şu koşullarda daha da ağırlaştırılmaktadır:
Eski eş, eş ya da birlikte yaşanan partner, aile fertlerinden biri (erkek) ya da aynı ikamette bulunan bir (erkek) akraba tarafından yapıldıysa, mükerrerlik durumu varsa, kadın hassas bir konumdaysa, çocuğun huzurunda işlendiyse… Sonuç: Kadın her zaman haklıdır. Kadının haklı olmadığı durumlarda da birinci madde geçerlidir.
10) İstanbul Sözleşmesi’nin “Başka Bir Tarafça Verilen Hükümler” başlıklı 47. maddesinde “taraf” sözcüğüyle kast edilen imzacı devletlerdir. Buna göre imzacı devletler bu sözleşmede sayılan “suçların” cezalandırılmasında bu sözleşmeyi imzalayan diğer devletlerin verdiği cezaları da göz önüne alarak kendi ceza kanunlarını ona göre hazırlayacaklardır. Kendi toplumunun ihtiyaçlarını ve sosyolojik, kültürel, milli ve dini yapı ve değerlerini göz önünde tutmayıp da yabancı milletlerin ceza kanunlarına göre düzenleme yapmak kayıtsız şartsız milletin olması gereken milli egemenliğin devredilmesinden başka bir şey değildir. Bünyeye uyumsuz düzenlemelerin ise toplumsal yıkım getirdiği açıkça ortadadır.
11) İstanbul Sözleşmesi’nin 48. maddesine göre “Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” İstanbul Sözleşmesi’ne göre her şey ama her şey şiddet tanımı içindedir; mağdur daima kadındır ve karı-koca arasında küçük ya da büyük sorun çıkarsa arabuluculuk ve uzlaştırma yasaktır. Bu madde bile tek başına İstanbul Sözleşmesi denen melanetin resmi evlilikleri bitirmek, aile kurumunu yıkmak amacı güttüğünün kör gözler için bile çok açık ve net bir kanıtıdır! İstanbul Sözleşmesi denen paçavra, yıkım geri dönülemez boyutlara varmadan bir an önce yırtılıp atılmalıdır!
(İstanbul Sözleşmesi’nin Komisyon Raporlarıyla Birlikte Tam Metni:
[https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss81.pdf]
EK BİLGİ:
İstanbul Sözleşmesi’ndeki Çeviri Kurnazlığı: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2518031481783401/
Giriş Kısmı İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2514750895444793/
Birinci Bölüm İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2515732792013270/
İkinci Bölüm İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2518223031764246/
Üçüncü Bölüm İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2519047211681828/
Dördüncü Bölüm İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2523890757864140/
Beşinci Bölüm İncelemesi: https://www.facebook.com/groups/1714325108820713/permalink/2533091826944033/

Yıl 2011: Ankara Üniversitesi nde Başörtüsü Yasağı

Ankara üniversitesine ‘Başörtüsü’ protestosu

18 Nisan 2011

16 Nisan 2011

Başörtülü öğrencilerin içeri alınmadığı, girmekte ısrar edenlere de güvenlik görevlilerince bağırılıp çağrılarak hakaretler edildiği’ söylenince Eğitim-Bir-Sen harekete geçti.

ANKARA ÜNİVERSİTESİNİN ÖNÜNDE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞINA MÜDAHALE ETTİK. SONUÇ MU?

Ankara Memur-Sen  ve Eğitim-Bir-Sen başkanı Mustafa KIR’a gelen telefonlarda  ‘Ankara Ü.  Eczacılık fakültesi  önünde başörtülü öğrencilerin içeri alınmadığı, girmekte ısrar edenlere de güvenlik görevlilerince bağırılıp çağrılarak hakaretler edildiği’ söylenince şubemiz olarak hemen Eczacılık fakültesi  önüne  basın mensupları çağrılarak bir basın açıklaması ve durum tespit tutanağı için harekete geçtik.
Yağan yağmura rağmen basın açıklamamıza basın mensupları ve değişik televizyon kanallarından yoğun bir katılım oldu.
Başkanımız yaptığı basın açıklamasında şu noktalara değindi;
“Sabah sadece başı örtülü diye okula alınmayan öğrenciler için buradayız. Bu kız öğrencilerimizi kapıdan almayan güvenlik görevlilerine bu emri nerden alıyorsunuz diye sorunca içerden emir geldiği söyleniyor. Üniversite rektörü ve iki rektör yardımcısıyla görüştüğümüz de güvenliğe öyle bir emir vermediklerini söylüyorlar. Kanunda yok böyle bir yasak diyoruz.
Dünyada hükümet süren, hükmeden her topluluğun, hatta insan eti yiyen yamyamların bile bir usulü var, bir prensip ile hükmeder. Siz hangi usulle bu yasağı uyguluyorsunuz? Kanununuzu gösteriniz! Diyoruz. Kanun yok. Yoksa bazılarının keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Şahısların keyfine tabi olamayız.
Savcılara sesleniyorum burada hiçbir hukuki dayanağı olmayan bir yasakla kız çocuklarının eğitim hakkı engellenmektedir. Suç duyurusunda bulunuyorum.
Ve içişleri bakanlığına sesleniyorum sizlere bağlı olan özel güvenliğin başörtüsünü yasaklayan bu tavrı karşısında ne yapıyorsunuz. Sizi bu konuda özel güvenlik şirketlerini uyarmaya ve soruşturma yapmaya çağırıyorum.

Özellikle YÖK başkanına sesleniyorum yayınladığınız genelge ile üniversitelerde başörtüsü yasağı yoktur emrine rağmen sizin bu emrinizi dinlemeyip sizi takmayan bu üniversitenin rektörü ve dekanlarına, bu yasağı uygulayanlara karşı hiç mi yaptırım gücünüz yok.Kanunda yeri olmayan bir yasak için hala kız öğrencilere ‘başörtüsü yasağı yoktur’ diye kanun maddesi isteyenlere olmayan hangi maddeyi getirebilir bu öğrencilerimiz.Artık o hale geldi ki bu yasakçılar içeri almayız diyorlar eğer içeri alırlarsa sınıflara sokmayız eğer sınıflara girerlerse ders işlemeyiz diyerek tehdit ediyorlar.

Eğer Türkiye’de bu  başörtüsü yasağı varsa bu ülkede demokrasi yoktur. Bilimsel çalışma ve özgürlüklerle tanınması gereken üniversitelerimizi maalesef yasakçılıklarıyla tanımak istemiyoruz.Şimdi hep beraber bakacağız arkadaşlarımızı kapıdan almazlarsa durum tespit tutanağı tutup bunu tüm dünyaya ilan edeceğiz.Daha sonra içeri alınmayan başörtülü öğrencilere güvenlik görevlileri müdahale etmediği görüldü.Basını karşısında gören yönetimin giriş camına astığı başörtülü girilemez ibaresine dikkat çeken Mustafa KIR bu kâğıdın da buradan sökülmesi lazım dedi.Basın açıklaması bitip dağılmak üzereyken bu sefer içeri alınan başörtülü öğrencilerin yine engellendiği haberi geldi.Mustafa KIR başkanlığında basın açıklamasına katılan yönetim kurulu üyelerimizle beraber olaya duyarlı gönüllü vatandaşlarımız ve müdahaleyi yerinde görüntülemek isteyen basın mensuplarıyla içeri doğru hareketlenildi. Bu sefer öğrencilerden rahat bırakıldıklarına dair telefon gelince içeriye girilmedi.Doğrusu yoldan geçen vatandaşların bile merak saikasıyla o yağmur altında durup ‘Ne oluyor’ diye sorup öğrendikten sonra ‘Hala bu iş devam ediyor mu’ hayretleri içerisinde tepki verdikleri kimilerinin ise güvenlik görevlilerine  ‘Kardeşim sizde takvim yok mu? 2011 yılındayız’ ‘Burası orman mı? Kanundan üstün müsünüz siz?’ diyerek tepki gösterdikleri görüldü.Basın mensupları başörtüsü mağduru öğrencilerle yaptıkları röportajlarla öğrencilerin ağzından yapılan haksız yasaklamayı dinledikten sonra basın açıklamamız güvenlik görevlileriyle yaşanan bir iki tartışma dışında olaysız bir şekilde bitti.

Eğitim-Bir –SenAnkara 1 nolu ŞubeBasın yayın sekreterliği

Kaynak: Ankara üniversitesine ‘Başörtüsü’ protestosu https://www.risalehaber.com/ankara-universitesine-basortusu-protestosu-104908h.htm

Ev hanımlarına emeklilik… Beka meselesi!

Ev hanımlarına emeklilik… Beka meselesi! Serdar Arseven
“Aile” Bakanı Derya Yanık yakın zamanlarda bir “tehlike”ye dikkat çekmişti, “Kıta Avrupası’ndan bile dört, beş kat hızlı yaşlanıyoruz!” diyerek.

S.O.S.!

Hani nüfusumuzun genç olmasıyla övünüp dururuz ya…

Hızla yaşlanan Kıta Avrupası’ndan bile hızlı, hem de öyle böyle değil; dört, beş kat hızlı yaşlandığımıza göre, bu büyük gücümüz çok yakında elimizden çıkacak demektir.

Sayın “Aile” Bakanı öyle diyor;

“Avrupa’nın 100-120 yılda yaşadığı yaşlanma hızını Türkiye’nin 20-25 yılda tamamlayacağına” vurgu yapmak suretiyle.

Bir de, “Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘en az 3 çocuk’ tavsiyesinin arkasında çok ciddi bir araştırma var.” hatırlatmasında bulunuyor Sayın “Aile” Bakanı.

(Kaynak:Anadolu Ajansı)

*

Tehlike büyük yani, çok büyük!

Nüfusumuzun Kıta Avrupası’ndan bile dört, beş kat hızlı yaşlanması az buz tehlike midir Allah aşkına?

Sıkıntı çok büyük, çok!

Peki ne yapmak lâzım?

Sayın “Aile” Bakanı onu da söylemiş.

“Çare” faslındaki cümlesi aynen şöyle:

“Huzurevlerine, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerine daha çok ihtiyacımız olacak.” !

Bir de şu cümlesini unutmamak lâzım Sayın “Aile” Bakanı’nın:

“Bu konuda (nüfusun büyük bir hızla yaşlanması konusunda)

geri döndürülemez ölçeği geçtik!”

*

Yani, bu iş bitmiş oluyor; nüfusumuz baş döndürücü bir hızla yaşlanmaya devam edecek.

Ne yapacağız bu durumda?

Huzur evlerinin, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerinin sayısını hızla arttıracağız!

Çare bu!

Ne bileyim, epeyce yaşlandım ya….

Bende de “Ey Serdar, sen de huzur evine bırakılmaya şimdiden hazırlan!” duygusunu oluşturuyor, Sayın “Aile” Bakanı’nın bu söylemi.

*

İşte, burada oturmuş, “Ailemiz nasıl kurtulur?” üzerine kafa patlatıyoruz.

Katıldığımız televizyon programlarında, meseleyi bir şekilde “Anadolu Ailesi”ne getiriyor, “Boşanmalar artıyor, evlenmeler azalıyor, Anadolu Ailesi hızla tükeniyor!” diyoruz…

Ah, “En az 3 çocuk” meselesi.

Evlenme çağına gelmiş gençlere soruyorum; “En az 3 çocuk Allah’ın izniyle” diyenlerin oranı ihmal edilebilecek kadar düşük.

“Evlenip de başıma dert mi alayım!” diyenlerin oranı ise, maalesef hayli yüksek!..

Geçim endişesi var, güven bunalımı var, “Ya süresiz nafaka derdi çıkarsa başıma?” korkusu var…

Var oğlu var!

Çevremde, birçok “boşanmış” ya da “boşanmakta olan” aile görüyorum.

Hani, hep “beka meselesi” diyoruz ya, gayet haklı ve isabetli olarak…

Aile meselesi, beka meselesi değil mi?

Nüfusumuz Kıta Avrupası’ndan bile 4-5 kat hızlı yaşlanıyorsa, boşanma sayıları hızla artıyorsa ve evliliği “başa dert” olarak görenlerin oranı da, böyle, hızla artıyorsa nasıl çıkacağız bu işin içinden?

Daha çok “huzur evi” yaparak mı?

*

Ben “İş bitti arkadaş, bu kadar çok olumsuzluk ve bu kadar çok saldırı varken Anadolu Ailesi’nin bitişini engelleyemeyiz!” yollu lâflara asla katılmıyorum.

Yani, bunu kabullenmeye asla razı olmuyorum.

Bir şeyler yapmak gerekiyor; Batı’dan alınma yuva yıkıcı mevzuat maddelerine son verilmesi için çok daha fazla kamuoyu baskısı meydana getirmek…

Yuva yıkıcı “sözde kadın programları” ile daha fazla mücadele etmek…

İmkânı olanları daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik etmek…

“Köye dönüş”ün önünü tıkayan uygulamalara son verilmesi ve köye dönüşlerin teşvik edilmesi için kamuoyu oluşturmak…

Okullarda, “Anadolu Ailesi”ni çok daha fazla anlatmak, “Anadolu Ailesi”nin güzelliklerini sık sık vurgulamak…

Femi-faşizm ile çok daha fazla mücadele etmek…

Eşcinsellik propagandalarına çok daha fazla karşı çıkmak…

Kadın ile erkeği birbirlerine karşı silahlandıran; kadın ve erkeği bir elmanın iki yarısı gibi değil de, “birbirlerine düşman gibi” gören zihniyete karşı çıkmak…

Gibi gibi….

Bir şeyler yapmamız gerekiyor, çok daha fazla şeyler!..

***

Ev Hanımlarına Emeklilik

Israrla üzerinde durduğum “Ev Hanımına Emeklilik Hakkı” teklifi, “Anadolu Ailesi”ndeki erimeyi bir nebze olsun durdurmaya matuf….

Hayli vakittir diyorum ki, evlilikte 25 yılı doldurmuş ev hanımlarına “Emeklilik İmkânı” getirilsin.

Düşük gelirli hanelerde her ay sigorta primi ödeme imkânı bulunmadığı için sigortalı olamayan nice ev hanımı var.

Bu hanımefendiler, ücreti mukabili bir yerde çalışmıyorlar.

“Emek vermek” ise…

Bu ülkeye, bu topluma, Memleket’in temeli olan Anadolu Ailesi’ne hepimizden fazla “emek” veriyorlar.

“Saçımı süpürge ettim!” diyor ya bazıları, çok doğru.

Bir işte maaşlı olarak çalışanların tatilleri, izinleri oluyor ama bu hanımefendiler 365 gün 6 saat emek veriyor yuvalarına, çocuklarına…

Onların o müşfik elleri, evi “yuva” yapıyor, huzura kavuşturuyor.

Anne sevgi ve ilgisiyle büyütülen çocuklardan oluşan “huzurlu toplum”un temellerini atıyor Ev Hanımları.

Elbette isteyen hanımefendi maaşlı olarak bir işte çalışabilir, üstelik bazı alanlarda kadın emeği olmazsa olmaz..

Burası böyle diye…

“Her hanımefendi eve para getirmeye mecbur” mu edilmeli!..

Sabahın köründe yanlarında çocuklar sokaklarda yürüyen hanımefendileri görüyorum.

Bizim buralarda da var.

Çocukları okullarına bırakıp işe yetişiyorlarmış…

Tıklım tıklım otobüslerde, gidiş dönüş yol çilesi…

Akşam yorgun argın eve gel, ev işleriyle ilgilen, çoluk çocukla ilgilen…

Artık ne kadar ilgilenebilirsen!..

Büyük bir bölümü, “Hem evin geçimine katkım olsun, hem de prim günüm, yaşım dolsun da emekli olayım.” diye çalışıyor Hanımefendilerin.

Ve kazandıklarının çoğu da giyim-kuşama gidiyor!..

*

Ben diyorum ki,

İsteyen ücret mukabili bir işte çalışsın…

İstemeyen buna mecbur edilmesin!

Erkeklerin büyük bir bölümü hem ev geçindirmekle hem de “eşleri için sigorta primi yatırmakla” başa çıkamaz…

Devlet, evlilikte 25 yılı dolduran ev hanımlarına “emeklilik imkânı” getirsin.

İşte size uzun evlilikleri teşvik etmenin yollarından biri!

Yaş sınırı olarak da, “50” dersiniz, erken emeklilik meselesi de ortadan kalkar!

Verilecek olan asgari ücretin altındaki bir emekli maaşı, talep edilen…

Hanımefendi o maaşı götürüp Paris’te harcayacak değil…

Yine evin ihtiyaçları için kullanacak ve emekli maaşı Türkiye’de kalacak.

*

Bu konuda farklı siyasi gruplardan teklifler vardı.

Son olarak HÜDA-PAR gündemine aldı bu yöndeki bir teklifi.

Genel Başkan Sayın Zekeriya Yapıcıoğlu kamuoyuna açıkladı, çok da iyi yaptı.

*

Biz de tekrar tekrar gündeme taşıyoruz işte, “Anadolu Ailesi” bitmesin diye!

Kaynak: https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/ev-hanimlarina-emeklilik-beka-meselesi-6523/

Ev hanımlarına emeklilik

Ev hanımlarına emeklilik. Serdar Arseven
“Kadına pozitif ayrımcılık”.

Ne “hoş” bir söylem değil mi?

“Ayrımcılık” gibi “sıkıntılı” bir kavramı bile “sevimli” hale getirebiliyorsunuz “kadın”ı öne çıkarttığınızda.

“Ayrımcılık” denmese de…

“Kadının kadrini kıymetini bilmek!” dense, çok daha iyi olmaz mı?

Olmaz, “feminist terminolojiye” uymaz!..

Piyasa ekonomisi de, kadın emeğinden, daha çok da “kadının tüketim arzusundan” mümkün olduğunca faydalanmak ister.

Neo-Liberal politikaların “pik yaptığı” günlerde, bir meşhur “Devlet Adamımız”ın çağrısı manşete taşınmıştı:

“Harca Türkiye!”

*

“Kadına pozitif ayrımcılık” yaklaşımı, mümkün olduğunca fazla sayıdaki kadının “iş piyasasına” çekilmesini hedefliyor.

Ara sıra gündeme getirilen, “Tır Şoförü Kadın” tiplemesi de, “Erkek ne yapıyorsa sen de yapabilirsin!” telkini üzerinden “serbest rekabet piyasası”na itiyor kadını.

Buradaki mesele “emek” meselesi değil.

Öyle olsaydı, bir işte “ücret mukabili” çalışmayı değil de, “emeğini” evine, yuvasına, çocuklarına tahsis etmeyi uygun gören kadınlar “yok” sayılmazdı!

Çok görüyorum, “Çalışıyor musunuz?” sorusuna “Ev hanımıyım” diye karşılık veren kadınlar, gözlerini kaçırıyorlar.

Soruyu soranlar ise, “Ya öyle mi, vah vah” bakışı fırlatır gibi davranıyorlar.

Kadın istiyorsa elbette çalışabilmeli.

Evet ama, niçin bir işte ücret karşılığı çalışmaya mecbur edilmeli?

“Efendim, hayat müşterek!”

Yani…

“Kadın dediğin eve para getirecek!”

İlle de!..

*

İnancımız, kadına ailesinden kalan mirası “kocasına” verme mükellefiyeti getirmiyor.

Parası üzerindeki tasarruf hakkı tamamen kadının.

“Piyasa” telkini, daha doğrusu “zorlaması” ise böyle demiyor.

“Hayatın müşterek oluşu”ndan anlaşılan , çocuklara “müştereken” sahip çıkmaktan, onlara “güzel ahlâk numuleri”olmaktan çok daha fazla…

“Kadın dediğin evine para getirecek” dayatması!..

Hele bu devirde, bir işi olan, hele de “devlet memuresi” olan kadının talibi çok daha fazla oluyormuş!

Önde gelen tercih sebeplerinden biri de, “eve para getirmek”miş!..

O kadın, günün birinde…

“Ben işe gitmeyeceğim, evini geçindir aslanım!” derse ne olacak?

Anlaşma bozulmuş mu olacak?

*

Emek meselesine dönelim.

Ev hanımlarıyla, ücret karşılığı bir işte çalıştıkları halde ev işlerini de ihmal etmeme çabası içinde olanlar, “Ev işi en nankör iş” derler, bilirsiniz.

Sabahtan akşama kadar çalışırsın, çoğu vakit evin erkeği fark etmez bile.

Çoluk çocukla bir annenin ilgilenmesi gerektiği kadar ilgilenebilmek ise büsbütün zor.

Öyle, ver eline cep telefonunu çizgi film izlesin, aç televizyonu oyalansın, koy önüne şekerlemeleri, cipsleri “avunsun”, yok!..

Kitaplar okuyacak, güzel masallar anlatacak, birlikte parklara gideceksin…

İnsan ilişkilerini öğreteceksin.

Âdâb-ı Muâşeret öğreteceksin.

Güzel Ahlâk timsali olacaksın.

Bunu da “Baba” ile birlikte yapacaksın.

Evin muallimesi olacaksın.

Erkek muallim, kadın muallime…

Ne güzel bir ev.

*

Kısacası…

Ev Hanımı olmak kolay değil.

Denirse ki..

“Gecesini gündüzüne katan ev hanımının da geliri olmalı…”

Tamam…

İşte size formül:

“Evlilikte 25 yılını doldurmuş ev hanımlarına emeklilik hakkı verilsin.”

Makul bir “toplu prim ”ödeme karşılığında…

“Erken emeklilik” olmasın diye de “50 yaş sınırı” getirebilirsiniz.

50 yaşından küçük olanlara yok!..

Evlilikte süre meselesi de, “evlilikleri teşvik” için.

Boşanmalar hızla artıyor malûm!..

*

A Haber’in bir videosunu izledim.

Takvim Gazetesi Ekonomi Müdürü Faruk Erdem diyor ki orada:

“Biraz da cebimizi ilgilendiren bir haber. Aslında ev kadınına diye başlık attık ama, çalışmadan emeklilik formülü aslında bu. (Hali hazırda) Ev kadınları çalışamıyor, prim yatıramıyor dolayısıyla emeklilik imkânları da olmuyor. Ama bana sorarsan, ev kadınları denilen kesim üretim yapıyor, bizden de daha çok çalışıyor aslında. Kimler yararlanabilir, daha önce çalışmış primi eksik olanlar, hiç çalışmamış ama emekli olmak isteyenler… Çalışma imkânı olmayan ev hanımları… Part time çalışanlar…” (A Haber, 28 Temmuz 2021)

*

Ben “ev kadının kadrini kıymetini bilmek” diyorum.

Başkaları “kadına pozitif ayrımcılık” da diyebilir…

“Ev kadınına emeklilik yolunun açılmasına” ne dersiniz?

Kaynak: https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/ev-hanimlarina-emeklilik-7439/