Bakara 2/228 ayetinin tefsiri:

Bakara Suresi 228. ayette geçen “Erkeklere bir derece fazla hak verilmiştir” ne anlama gelmektedir?

İslâm’da evlilik hayatını sona erdiren beş tasarruf ve olay vardır: a) İlke olarak kocanın boşaması (talâk); b) sebepleri bulununca zarar gören tarafın başvurusu üzerine hakemlerin veya hakimin evliliğe son vermesi (tefrîk); c) kadının ödeyeceği bir meblâğ karşılığında boşanma sonucunu elde etmesi (muhâlea); d) eşin ölümü; e) eşlerden birinin İslâm dininden çıkması; erkeğin, eşinin annesi vb. bir yakınıyla cinsel ilişkide bulunması gibi bir sebeple evlenme engelinin oluşması. Burada tefsir edilmekte olan âyetler grubunda bunlardan ikisine (boşama ile muhâlea) temas edilmektedir.

Evliliği sona erdiren sebeplerden biri oluşunca kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için aradan bir sürenin geçmesi gerekir ki buna iddet denilmektedir. İddetten muaf olanlar yalnızca cinsel ilişkide bulunulmadan boşanan kadınlardır (Ahzâb 33/49)

Boşanmış hâmile kadınların iddeti doğumla, herhangi bir sebeple aybaşı görmeyen kadınların iddeti ay hesabıyla olur (Talâk 65/4). Aybaşı gören kadınların iddeti ise bu âyette açıklandığı üzere üç aybaşı geçirmektir. “Aybaşı” olarak tercüme ettiğimiz “el-kur’u” kelimesi Arapça’da ay halinden temizliğe ve temizlikten aybaşı haline geçişi (geçiş sınırı) ifade ettiği için müctehidlerin kimi bunu aybaşı (hayız) kimi de temizlik (tuhr) olarak anlamışlardır. İslâm’da sünnete uygun boşama ancak kadın temizlik halinde iken yapılır. Kelimeye temizlik mânası verenlere göre, içinde boşama yapılan temizlik günlerini bir kur’ saydıkları için iddet kısalır. Hayız mânası verenlere göre ise iddet temizliği takip eden hayızla başlayacağı için biraz daha uzar. İddetin gerekçeleri arasında kadının hâmile olup olmadığının anlaşılması ve boşayan koca ile boşanan kadının salim kafa ile düşünüp taşınmalarının, ümit görüyorlarsa tekrar evlilik hayatına dönmelerinin temini vardır. İddeti hayızla hesaplayarak süreyi uzatan müctehidler, ailenin yıkılmamasına yardımcı olabilecek ihtiyatı ve tedbiri tercih etmiş olmaktadırlar.

İddet, doğum, hayız ve aylarla hesaplanmaktadır. Hâmilelik, ay halinin kesilmesi ve gerektiğinde muayene ile anlaşılır. Bununla beraber mümin kadınlar bu konularda doğru söylemeye, Allah’ın kendilerinde yarattığı bu durumları gizlememeye teşvik edilmişlerdir

Kadınları boşayan kocaları pişmanlık duyar ve iyi niyetle yeniden evliliğe dönmek isterlerse bakılır: Kadınlar henüz iddetlerini tamamlamamış ve kocalar da üç boşama haklarını kullanmamış olurlarsa, yani ric‘î denilen dönüşü mümkün boşamalarda, söz veya cinsel ilişki gibi fiille evliliğe dönmek mümkündür. Kocalar evliliğe dönme kararı verseler dahi sayılı boşama haklarını kullanmış olurlar. Boşanmış kadınlar iddetlerini tamamlamış olurlarsa –üçüncü defa boşanmamış bulunan kadınlarla– yeniden evlilik hayatına dönebilmek için kadının da bunu istemesi gerekir ve yeniden mehir belirlenerek nikâh kıyılır. Her iki durumda da ortada önemli ve meşrû bir engel bulunmadığı takdirde aile hayatına saygı, çoluk çocuğun ve yakınların hakları, uzun veya kısa müddet paylaşılmış bulunan evlilik hayatı göz önüne alınmış ve boşanmış kadınların eski kocalarına, diğerlerine nisbetle öncelik verilmiştir

İslâm’dan önceki birçok dinde ve kültürde kadın cinsinin, hem insan olarak hem de haklar ve ödevler bakımından erkeğe nisbetle ikinci sınıf bir varlık olarak kabul edildiği bilinmektedir. Câhiliye Arapları’nda da kadının durumu farklı değildi; ana, eş, kardeş ve çocuklar olarak kızlar ve kadınların hakları erkeklerin istek ve keyiflerine bırakılmıştı; dilediklerini verir, dilediklerini alırlardı. Hz. Ömer bu tarihî gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Câhiliye devrinde biz kadınları bir şey saymaz, hesaba katmazdık; bu durum Allah Teâlâ’nın onlar hakkında âyetler indirmesine ve kendilerine birtakım haklar vermesine kadar devam etti…” (Müslim, “Talâk”, 31 vd.). “Kadınların da ödevlerine denk haklarının bulunduğunu” bildiren âyet, özellikle o günün şartları dikkate alınırsa eşi bulunmaz bir “insan hakkı” kuralı ve “kadın hakları vesikası”dır. Hakları ve ödevleri teker teker saymak yerine bir genel çerçeve veren bu âyette yer alan üç kayıt, kadın haklarının mahiyeti, derecesi ve değişme kabiliyeti açısından büyük önem arzetmektedir: a) Kadın haklar bakımından erkeğe mutlak anlamda eşit değildir; her ikisinin hakları arasındaki nisbet “benzerlik ve denklik”tir. b) Nasların değişmez kıldıklarının dışında kalan haklar ve ödevlerin değişim ve dengesi sosyal şartlara ve kamu vicdanındaki meşruiyet ölçülerine (ma‘rûf) göre ayarlanabilecektir. c) Haklar ve ödevler karşılaştırıldıkları zaman erkeklerin haklarında bir derecelik fazlalık bulunduğu görülecektir.

Bu kayıtları biraz daha açmak gerekirse:

1. Ferdin topluma, toplumun da örgütlenme ve düzene ihtiyacı vardır. Devletten aileye kadar bütün kurumlarda düzen bir yönetimi, yönetim ise yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı hak, salâhiyet, ödev ve sorumluluklarının belli ve dengeli kılınmasını gerekli kılmıştır. Kadını ve erkeği ile bütün insanlar insanlıkta ve insanlığa bağlı haklarla yükümlülüklerde eşittirler. Yönetimin ve düzenin gerektirdiği iş bölümüne ve farklı rollere gelindiğinde eşitlik yerine “denge, adalet, hakkaniyet, ehliyet, kabiliyet” gibi değer ve kriterler devreye girer. İslâm insan ve kul olmaya bağlı haklar ve ödevlerde kadınlarla erkekleri eşit kılmıştır. Kadınların insanlık ve kullukta erkeklerden aşağı derecede veya geri olduklarını ifade eden bütün söylemler ya dinî kaynakları bakımından sahih değildir ya da yanlış anlaşılmış ve yorumlanmışlardır. Kurumlar ve toplum içindeki farklı rollere bağlı haklar ve yükümlülüklere gelindiğinde ise kadınlarla erkekler arasında eşitlik değil, dengeli ve erkek hakkının dengi, misli olma ölçüsü vardır. Eski sosyo-ekonomik ilişkilerden bazı örnekler vermek gerekirse kadın ekmek ve yemek pişirirken kocası da âlet ve malzemeyi temin edecektir, kadın çocuğuna bakarken kocası rızıklarını temin edecektir, kadın kocasına sadık kalırken kocası da ona sadakat gösterecek, eşve çocuklarına karşı âdil davranacaktır. Karşılıklı iyi geçinmek, iffetleri korumak, geçimsizlik halinde hakeme başvurmak, aile idaresinde ve çocukların yetiştirilmesinde danışma ve işbirliği gibi konularda ise eşitliğe yakın hak ve ödev benzerliği vardır

2. Nasların sabit kılmadığı hakların ve ödevlerin takdiriyle değişme ve gelişmesinde dinin hakem kıldığı ve rol verdiği bir meşrûluk ölçüsü de “mâruf”tur. Ma‘rûf “bozulmamış fıtrat, olumsuz bir şekilde şartlanmamış akıl, dinin temel amacı ve nasları çerçevesinde oluşan, gelişen ve gerektiğinde değişen değerler, kurallar, telakkiler, kabuller, gelenekler”dir. Kadının birden fazla erkekle aynı zamanda evli olması câiz değildir. Bu kural hem değişmez dinî naslarla sabittir hem de mâruf ölçütüne uygundur. Hakları eşitlemek veya dengelemek uğruna ya da–bazı Batı ülkelerinde yaygınlık kazanan nikâhsız birlikte yaşama olgusuna dayanılarak bu kural değiştirilemez. Ama eşle kocanın ev içinde ve dışındaki rollerinde –mârufun değişmesine paralel olarak– değişiklikler olabilir. Nitekim Hz. Peygamber damadı Ali ile kızı Fâtıma arasında rolleri dağıtmış (su taşıma, ev temizliği, ekmek ve yemek pişirme vb. iç işleri Fâtıma, dışişleri ise Ali yapsın demiş) olmasına rağmen bazı fıkıhçılar bu taksimin bağlayıcı ve devamlı olmadığını, mârufa göre değişebileceğini ifade etmişlerdir (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, V, 186 vd.) İslâm’ın geldiği yıllarda yaşanan bir başka değişme ve gelişmeye de Hz. Ömer şöyle işaret etmektedir: “Biz Kureyşliler kadınlarımıza hâkim bir topluluk idik. Medine’ye gelince orada, kadınları erkeklerine hâkim (dediklerini yaptırır olmuş) bir toplum yapısı bulduk, bizim kadınlarımız da onlarınkilerden bunu öğrenmeye koyuldular… Bir gün eşime kızdım. Baktım bana karşılık verip itiraz ediyor, ben buna tepki gösterince eşim, ‘Sana karşı çıkmamı niçin yadırgıyorsun? Vallahi Hz. Peygamber’in eşleri de ona itiraz ediyorlar hatta bazıları sabahtan akşama kadar ona küs bile kalıyorlar’ dedi. Derhal gidip kızım Hafsa’ya sordum, o da bunu doğruladı…” (Müslim, “Talâk”, 34). Aynı kaynaktaki bir başka rivayete göre Hz. Ömer konuyu bir de Ümmü Seleme’ye sormuş; o da “Ömer, sana şaşıyorum! Her şeye karışıyorsun. Şimdi de Resûlullah ile eşlerinin arasına mı giriyorsun?” diyerek ona sitemde bulunmuştur (Müslim, “Talâk”, 31). Bu sahih rivayetler, İslâm’ın yaptığı büyük devrim sonucu kısa zamanda kadın-erkek ilişkilerinde meydana gelmiş bulunan önemli değişikliklere ışık tutmaktadır

3. İstisnalar bir yana bırakılınca genel olarak erkeklerin, genel olarak kadınlardan bir derecelik hak fazlalığı nedir ve neye dayanmaktadır? Bu soruya cevap arayan eski müfessir ve müctehidler dayanak olarak erkeğin fizik gücünü, üstün aklını ve güçlü iradesini ileri sürmüşlerdir. Erkeğin fizik gücünün kadınınkinden fazla olduğunda şüphe bulunmadığından buna dayalı bulunan hak ve ödev farklılıkları da tabiidir. Erkeğin aklının daha fazla olduğu iddiası “Aklı ve dini eksik olanlar içinden, sizden fazla, akıl sahiplerine hâkim (galip) olanları görmedim!..” meâlindeki hadise dayandırılmıştır (Müslim, “Îmân”, 132). Halbuki bu hadisin söyleniş amacı kadınlarla erkekler arasındaki akıl farkını açıklamak değildir. Ayrıca burada geçen “akıl eksikliği”nden maksadın ne olduğu hanımlar tarafından Hz. Peygamber’e sorulmuş; akıl eksikliği, “şahitlikte bir erkeğe karşılık iki kadın şahit istenmesi”; din eksikliği ise “hayız halinde namaz kılmamak ve oruç tutmamak” olarak tanımlanmıştır. Şahitlik konusu ileride açıklanacaktır (Bakara 2/282). Kadınlar, aybaşı halinde iken menedildikleri için namazlarını kılmazlar, oruçlarını da –sonradan kazâ etmek üzere– tutmazlar. Bunun olumsuz mânada din eksikliği ile bir ilgisi olamaz. Buradaki “din”le bu kelimenin “yükümlülük” anlamının kastedildiği, dolayısıyla din eksikliğinin de “yükümlülükten muaf tutulma” anlamında kullanıldığı açıktır. Hadisin mâna ve maksadı bir vâkıayı dile getirdikten sonra buna dayanarak “Böyle olduğunuz, böyle yaptığınız halde yine de erkekleri etkiliyor ve kandırabiliyorsunuz. Bu özellik ve kabiliyetinizi kötüye kullanmayın” şeklinde bir uyarıda bulunmaktan ibarettir.

İrade gücü dahil olmak üzere kadınla erkeğin psikolojilerinde farkların bulunduğu inkâr edilmemektedir. İki cinsin fizyolojik ve biyolojik yapıları da birbirinden farklıdır. İstisnaları bulunmakla beraber genellikle evin geçimini sağlamada ağır yük ve temel rol de erkeğe aittir. İşte bu temel ve değişmez farklılıklara dayalı olarak erkeklere bir derece fazla hak verilmiştir. Bu hak, Nisâ sûresinde (4/34) açıklanan “koruma ve yönetme” (kavvâmlık) hakkıdır. Eski fıkıh âlimleri aile ve devlet yönetiminde erkeklerin önceliğini ittifakla benimsemişlerdir. Diğer hüküm ve yönetim alanlarında ise farklı ictihadlar vardır.

Kaynak: Diyanet Kuran Akademi

Sokak köpekleri meselesi

Sokak köpekleri meselesi
Dr. Uğur TANDOĞAN

Bir fıkra

Anadolu’nun bir şehrinde sokak köpekleri adama saldırmış. Adam canını zor kurtarmış. Hemen şehrin belediyesine dilekçe vermiş. Olayı anlatmış, “Bu köpekler bizi ısıracak” demiş ve belediye olarak tedbir alınmasını istemiş. İki üç gün sonra yine aynı yerden geçerken yine aynı köpeklerin saldırısına uğramış; paçasını zor kurtarmış. Soluğu doğru belediyede almış. Durumu anlatmış. “Nedir bizim dilekçenin sonucu?” demiş. Memur kadın sormuş, “Adınız, soyadınız?” Kayıtlara bakmış ve şöyle demiş: “Evet cevap yazmışız. Yollamışız da. Demek henüz size ulaşmamış.” Adam “Evet gelmedi. Sen oku kızım, ne yazmışsınız?” Memur da belediyenin cevabını okumuş “Şu tarihli verdiğiniz dilekçe ile ilgili gerekli incelemeler yapılmıştır. Söz konusu köpekler bulunarak aşıları yapılmış ve köpekler kısırlaştırılmıştır.” Adam bunun üzerine köpürmüş. “Bizi ısıracaklar, tedbir alın diye yazmışım dilekçeye; “Bize tecavüz edecekler dememiştim.”

Fıkra idi, gerçek olmuş

Yukarıdaki fıkrayı değişik şehirler için duymuştum. Ama ülkemiz mizah konusunda zengin bir ülke. Fıkra, gerçek olmuş. Bir öğrencimin başına gelmiş. İstanbul’un bir ilçesinde annesini ziyaretten dönüyormuş. Birden yolda sokak köpekleri çevresini sarmış. Onların toplu halde üstüne geldiğini görünce panik olmuş. Yere düşmüş ve yardım için bağırmaya başlamış. Çevreden gelenler imdadına yetişmiş. Köpekleri savuşturmuşlar. Öğrencim de belediyenin çağrı merkezine şikayetini bildirmiş. “İlgili kanun gereği hasta veya yaralı küpeli / küpesiz köpekler tedavi amacıyla, kısırlaştırılmamış köpekler ise kısırlaştırılmak üzere Belediyemizce alınmaktadır” gibi bir cevap gelmiş. Fıkra idi, gerçek olmuş

Yasa böyle, belediye ne yapsın?

Belediyenin cevabındaki ilgili kanunun ayrıntılarını bilmiyordum. Merak edip baktım. Söz konusu kanunun (24.6.2004 tarih ve 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu) “Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması” başlıklı 6. Maddesi aynen şöyle demektedir. “Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.” Başka bir deyişle sokak hayvanlarının kısırlaştırılması, aşılanması ve rehabilite edilmelerinden sonra “alındıkları ortama” yani sokağa salıverilmeleri bir kanun hükmü. Belediyelerin bu sokak hayvanlarını alıkoyma yetkileri yok. Bir sokakta başıboş sokak hayvanları ile karşılaşırsanız, belediyeyi boşuna suçlamayınız.

Sonuç

Köpekler sevimli hayvanlar. Belki köpek insana en yakın hayvan. Ama herkesin köpekleri sevmesini bekleyemeyiz. Bırakın sevmeyi bazı insanlarda yetişme biçimi veya yaşadıkları bir travma yüzünden köpek fobisi bile oluyor. Ben de köpekleri seven insan grubu içindeyim. Hatta bir dönem köpeğim ve sonra da köpeğimiz oldu. Ama ıssız bir sokakta başıboş bir köpekle veya bir köpek çetesi ile karşı karşıya kalırsam ben de paniğe kapılabilirim. Belki birçok insan da panik yapabilir. Eğer ısırılsam kuduz veya başka bir hastalık olmayacağımı bilmek beni rahatlatmıyor. Bu nedenle başıboş sokak köpeği sorunun bir şekilde çözülmesi gerekir. Örneğin, hayvan barınakları çoğaltılmalıdır. Sokaktaki köpeklerin bir kısmı heves edip köpek edinen, sonra bakamayacağını anlayıp onları sokağa salanlardan kaynaklanmaktadır. Köpeklerini sokağa salanlar da köpeğin barınaktaki masraflarına katılarak bunun bedelini ödemelidir.

İlgili yasaya zamanında bu haliyle mecliste oy verenler acaba hala mecliste mi bilmiyorum. Eğer ıssız bir sokakta bir köpek çetesi ile karşılaşırlarsa yasayı değiştirme fikri onlardan gelebilir.

Issız bir sokakta sokak köpekleri ile karşılaşmamanız dileklerimle…

https://www.dunya.com/amp/kose-yazisi/sokak-kopekleri-meselesi/479367?__twitter_impression=true

Köpeksiz Sokaklar İstiyoruz

3 Kasım 2020 Salı

Köpek doğal bir hayvan değildir. Köpeğin iki özelliği vardır ki doğada başka bir canlıda gözükmez. Zaten insanları yanılgıya düşüren de bu özellikleridir.

Bunlardan birincisi: Köpek saldırır, öldürür ama yemez. Boğar bırakır. Onun için ahlaksızdır.

Mesela kedi böyle değildir. Kedi saldırır, öldürür ve yer. Karnını doyurmak için saldırır. Doğadaki bütün canlılar gibi… Bir nedeni vardır. Bir ahlakı vardır. Mesela eve giren kelebeği bile avlamaya çalışır. Eğer avlayabilirse de yemeğe çalışır. Gözlemleyin anlayacaksınız.

Ama köpekler böyle değildir. Sadece güç gösterisi için öldürmeye çalışır. Örneğin sokakta kediye saldırır, parçalar ama yemez. Köydeki kümese sokak köpekleri bir gece saldırmış, hepsini parçalamışlar ama hiçbirini yememişler. Onun için köpek doğal bir hayvan değildir. Onu doğal bir hayvan olarak göremezsin. Doğada hayatta kalamaz. Birilerinin mutlaka beslemesi lazım. Onun için sokakta gördüğünüz bütün başıboş köpekler birileri tarafından beslenmektedir ve hepsi bir zaman sahipliydi.

İkincisi ise korkunç bir sürü psikolojisine sahiptir. İşte en büyük yanılgı buradan gelir. Diyorlar ya “köpek bizim can dostumuzdur” diye. Aynen öyle ama eksik. Tam hali şudur: “Sizinle örgütlenmiş köpek sizin can dostunuzdur”. Örneğin kedi böyle değildir. Sürü psikolojisi yoktur. Onun için sahip mahip tanımaz. Haklı olarak “nankör” diye sıfat takılmıştır halk arasında. Ama köpek böyle değildir. Sahibine bağlanır. Onu korur, kollar. Çünkü sizinle örgütlenmiştir. Peki örgütlenmemiş köpek? İşte o da sizin can düşmanınızdır.

Sokakta başıboş köpek çetesi ile karşılaştınız. Sizi sahibi ya da örgütünün bir parçası olarak görmüyorsa sizi öldürmek için her şeyi yapacaktır. Senin can düşmanındır. Öldürebilmesi de onun için bir başarıdır. Bunubir kötülük olarak görmez. Ve sen böyle bir canlı ile sokakta karşılaşmak, sokakları paylaşmak zorunda değilsin. Başıboş sokak köpekleri kaç canı aldılar, kaç kişi hayatını kaybetti bunlar yüzünden, kaç kişi yaralandı, sayısı belli değil.

Sorumlusu kim?

Bunlara sokağa atanlar ve sokakta besleyenlerdir.

İnsanlara, kedilere ve hatta sahipli diğer köpeklere saldıran başıboş sokak köpekleri Türkiye’de iç güvenlik sorunu haline gelmiştir.

Bunların mutlaka toplatılması gerekmektedir.

Barınaklarda tutulması ve hatta belki uyutulmalarının tüm vebali onları eşya gibi sokağa salanlara aittir.

Sen kendini ve yakınlarını korumak zorundasın.

“İyi bir şey yaptığını” zannederek bu köpekleri sokakta beslemek gibi bir yanlışa düşersen, unutma, onların verdikleri tüm zarara ortak olmuş olursun.

Burada hukuki bir düzenleme şarttır.

Yapılabilecek hukuki düzenlemeyi içeren daha önce yazdığım Cezalandırmada Adalet -2 yazısını mutlaka okumanızı öneririm:

Kaynak: https://www.encodeum.com/2020/11/kopeksiz-sokaklar-istiyoruz.html?m=1

Adil Yasa Eşit Hak İstiyoruz..

Hatice Sunci Yazdı: Adil Yasa Eşit Hak İstiyoruz..
ANALİZ – 13-03-2021

https://www.ekrangazetesi.com/mobil/haber/21373/hatice-sunci-yazdi-adil-yasa-esit-hak-istiyoruz.html

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan‘ın “4. Yargı Paketi” kapsamındaki “İnsan Hakları Eylem Plânı” raporunda ilk vurguladığı konu “insanların eşit şekilde yargılanması ve eşit haklara sahip olması” gerektiğine ilişkindi. Aidiyet değerlerimiz ve “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” açısından buna kimsenin itiraz etmeyeceği kanaatindeyiz. Öte yandan, Cumhurbaşkanımız 6’ncı maddedeki amacın kadına şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek olduğunu, kadına şiddet ile ilgili mücadelenin devam edeceğini, bununla ilgili özel soruşturma bürolarının kurulacağını belirtti ve “kadına karşı şiddeti önlemede kararlıyız” dedi. Bu yaklaşım da gayet yerinde. Elbette aklıselim her insan kadına şiddette karşıdır. Kadına şiddet olmasın. Lakin biz diyoruz ki, kadın-erkek ayrımcılığı yapılmadan “kadına da, erkeğe de hatta hiçbir canlıya şiddet olmasın.”

Fakat “İstanbul Sözleşmesi”nde sadece kadın olgusu ele alınarak, kadına şiddetin önü alınması amacıyla çıkarılan yasalar kapsamında önleyici tedbir olarak sadece “Kadının beyanı esastır” ilkesinin istismarı sonucu (birçoğu haksız iftira ve tezvirat içerikli beyanlarla) evden uzaklaştırmalardan dolayı son 5 yıl içerisinde (yalnızca bu kapsamda) 2 milyon dolayında erkek mağdur edildi.

Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü’nden aldığımız verilere göre son 5 yılda 1 milyon 973 bin yani 2 milyon dolayında erkek evden uzaklaştırılmış. Diğer konularla ilintili olaru aslında mağduriyet 4 milyonu aşmış durumda. Bu durumun ülkemiz için bir milli güvenlik sorunu ve geleceğimiz için bir tehdit olduğu kanaatindeyiz.
Üzülerek şunu da belirtmiş olalım ki, “İstanbul Sözleşmesi” yürürlüğe girdikten bu yana iftira ve haksızlığa uğramış nice erkeklerin bozulan psikolojileriyle şiddete teşne hâle getirildiklerine ve şiddet içerikli fiillerde bulunduklarına tanık olmaktayız. Zira haksızlığa ve çeşitli mağduriyetlere maruz kalan bir insanın kin, düşmanlık ve şiddet olguları bağlamında tahrik olmaması mümkün değildir. Özellikle evden uzaklaştırılmış bir erkeğin henüz boşanmamış olduğu eşinin edindiği partnerini eve almak için savcılığa müracaat edip kapısının önünde nöbet tutması için polis talebinde bulunması cinayete davetiyeden başka bir şey değildir. Avrupa’daki yaşam biçimi bu tür ilişkileri kaldırmaktadır. Zira onların hayat mentaliteleri farklı. Batı’da modern relaks yaşam ve namus olgusuna değer vermeme had safhada. Bu nedenledir ki, “İstanbul Sözleşmesi”nin dört ayrı yarinde “sözde namus” vurgusu geçmektedir. “Sözde namus” ifadesi ile “namus” olgusunun geçerliliği olmadığı ibraz edilmiş oluyor. Yani kabullenilmeyen, geçerliliği olmayan, hatta meşruiyeti olmayan bir olgu olarak lanse ediliyor. Batılı ülkelerde zaten olay bundan ibaret…
“İstanbul Sözleşmesi”nde zahiren “kadına pozitif ayrımcılık” görülüyor olsa da aslında bu tür yasal düzenlemelerle kadının hayatı tehlikeye atılmaktadır. Bu yasalarla adeta kadına tuzak kurulmaktadır. Zira İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girdiği

2011 yılında kadına şiddet oranı 120 dolayında iken, 2019 yılında bu sayı 500’e kadar artmıştır.

Kısacası, kadına şiddet olayları “İstanbul Sözleşmesi”nin yürürlüğe girmesiyle tırmanışa geçmiştir. Bu şekilde “eşit adalet ve eşit yargılanmak” mümkün değildir. Devlet ekekleri “evden uzaklaştırma” yerine aile bütünlüğü ve ailenin insicamı zedelenmeyecek şekilde yaklaşım sergileyerek sorunların hâlline gitmelidir. Şiddetin kaynağı alkol mü, uyuşturucu mu, ekonomik nedenler mi? Kadının kocasını aldatması veya başka sebepler var mı, bunlar araştırılmalıdır. Yaşanan olumsuz hadiselerden yola çıkarak ifade edecek olursak erkeği evden uzaklaştırmak çözüm yerine çözümsüzlük getirmiştir.

İlk etapta bizim önerimiz o ki; çocuk icraları kalkmalı ve çocuğun velayeti kimde olursa olsun haftada iki gün velayeti olmayan ebeynin çocuğunu görme hakkı sağlanmalıdır…

İlk başta bahsettiğimiz eşitlik anlayışı insan hakları eylem planı şu maddeler ile belirlenmiş bulunmaktadır:
1- Çocuk haczi..
2- Süresiz Nafaka..
4- Evden uzaklaştırma..
5- Genç Evlilikler..
6- İftira..

Bu konular ile ilgili düzenlemeler yapılmadan sayın Cumhurbaşkanımızın “İnsan Hakları Eylem Plânı”nda sözü edilen “eşit hak ve eşit yargılanma”dan bahsetmek mümkün değildir.

Bizde kadının ve erkeğin eşit haklara sahip olmasını istiyoruz. Kadına şiddete “sıfır” tolerans denilerek aileyi onarma adına müspet bir yaklaşım gibi görülen bu tutum aslında “İstanbul Sözleşmesi” ile işin içinden çıkılmaz sorunlar yumağını beraberinde getirmektedir.

Kaldı ki ülkemizde erkek ölümleri kadın ölümlerinin 12 katı iken neden devamlı medyada “kadın cinsel istismarı, kadın cinayetleri ve kadına şiddet” işleniyor? İlgili basın kuruluşları bu haberleri yaparken dezenformasyon ve manipülatif bir yaklaşımla “bulaştırma” yapıp adeta toplumda “her kadın şiddete uğruyor, her erkek tacizci” gibi yanlış bir algı oluşturuluyor. Bu ülkenin bir kadın vatandaşı olarak ifade edecek olursam, kadın olgusu üzerinden, “kadını koruyup güvence altına alacağız” derken aslında kadını yalnızlaştırdıklarının ve kadını küçük düşürdüklerinin farkında değiller. Öte yandan ülkesi için, gözünü kırmadan “canım sana feda olsun vatanım” diyerek bu toprakları kanları ile sulamış veya sulamaya namzet şanlı şerefli her erkeği, hangi ara potansiyel tecavüzcü ilân edip, aşağılar olduk?

Ne kadın ne erkek ne de çocuklarımız bu “İstanbul Sözleşmesi” kriterlerini hak ettiğine inanmıyorum. Başta Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ve birçok siyasî yetkilimizin ifade ettiği gibi “tabu” olmayan bu sözleşmeyi iptal etmek hükümetin elindedir. Bizim de beklenti ve kanaatimiz bu yöndedir. Aile bizim için kutsal bir müessesedir. Ailenin huzuru, ailenin birliği, ailenin dirliği ve insicamı için yeni bir formasyon ile öz değerlerimize dönmemiz gerekir. Bin yıllık geçmişimizle, bizi biz yapan inanç, örf, anane ve kültürel birikimimizle biz bize yeteriz. Yeter ki biz sevgi ve merhamet temeline dayalı aidiyet değerlerimize sahip çıkalım. Sonuç olarak, çocuklarımızın ve aile müessemizin güvencesi ve geleceği için ivedilikle bu ucube “İstanbul Sözleşmesi”nden çıkmamız gerekmektedir. Unutmayalım “mutlu çocuk mutlu ailede yetişir.”

(Aileyi Yaşatma Ve Koruma Derneği Başkanı Çocuk Gelişim Uzmanı)

Kaynak: https://www.ekrangazetesi.com/mobil/haber/21373/hatice-sunci-yazdi-adil-yasa-esit-hak-istiyoruz.htmlhttps://www.ekrangazetesi.com/mobil/haber/21373/hatice-sunci-yazdi-adil-yasa-esit-hak-istiyoruz.html

POSTMODERN DARBE:28 ŞUBAT

Emine İlyas / 28 Şubat Öğrenci Derneği Genel Başkanı / 04 Mart 2021, Perşembe

28 Şubat Öğrenci Derneği Genel Başkanı Emine İlyas ”28 Şubat Öğrenci Derneği, 2017 yılında 28 Şubat döneminde öğrenciyken eğitim ve çalışma hayatlarına haksız bir biçimde son verilen kadınlar tarafından kurulmuştur. Darbe döneminin hayatlara nasıl dokunduğunu bilen ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden devrin aktörleriyle kurulan Dernek, hak arama mücadelesine devam etmektedir. 28 şubat’ı unutmamak ve unutturmamak misyonuyla 41 il temsilcileri ile geniş bir yelpazede çalışmalarını sürdürmektedir” dedi.

POSTMODERN DARBE:28 ŞUBAT

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!

Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebatın sonu yoktur! ‘ deme, yılma.

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma.

Mehmet Akif Ersoy

28 Şubat 1997’de Türkiye

Millî mücadele yıllarında milletimize bu dizelerle seslenilen ve direnişe davet edilen günlerin üzerinden yıllar geçerken darbeci zihniyetin egemen olduğu sözüm ona çok partili dönemlerde mücadelelerle geçen yıllar sonrasında milletimiz hür iradesiyle Necmettin Erbakan liderliğinde meşru bir iktidarı yönetime getirmişti.

Milletin refahı için her şeyin yoluna girmeye başladığının düşüncesinin var olduğu zamanlarda ekonomi, sanayi, eğitim, dış politika vb. alanlarda birbiri ardına hamleler yapılırken ve yeryüzü mazlumlarına ümit ışığı olacak D-8 kuruluşu Müslüman coğrafyalarda gönüllere bir cemre gibi düşmüşken çıkarları bozulan çeteler, sözde çağdaşlık, ilericilik ve irtica kelimeleriyle millet iradesini boğmak için gün saymaya başlamıştı. Medya, karanlık odaklarla bir olup imam hatip liseleri ve başörtüsü üzerinden yeni bir senaryo uygulamaya çalışıyordu. 27 Mayıs ve 1980 darbelerinin olumsuz etkileri daha toplumdan silinmemişken asker, yargı ve medya üçgeninde her yolu denemekten geri durmayan karanlık güçler, sahte şeyh Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi kukla isimler üzerinden kirli senaryolar üretiyorken daha önce hiç ortalıkta görülmemiş, meczup kılıklarıyla ellerinde asayla gezen sözde dervişler hemen her köşe başında arka fon olarak adeta belirmeye başlamıştı. Her gün yeni bir komplo, tiyatral bir şekilde icra edilirken Demokles’in kılıcı gibi askerin namlusunu milletin üzerine yönelterek tüm imkânlarıyla seferber olmuş bir sözde elit millete kan kusturmak üzere işportacısından öğrencisine, işvereninden çalışanına kadar her kesimden insanı devlet içerisinde Batı Çalışma Grubu adı altında ihdas ettikleri bir örgütle ve hukuk dışı yollarla en temel inanç hürriyetlerini gerçekleştirdikleri gerekçesiyle fişlemeye başladılar. Kendi halinde bir dindarlığa sahip toplumu, post modern bir algı operasyonuyla paletlerin ve postalların altında ezmek için kendi icat ettikleri tablo eşliğinde Sincan’da tanklar harekete geçirilmiş, millet iradesi ve Meclis, tahakküm altına alınmak istenerek kirli oyunun bir perdesi tamamlanmıştır.

Gizli Ellerin Sufle Ettiği Replikler

15 Temmuz darbe girişimini yapmaya çalışanlar 28 Şubat sürecinde gerçekleştirilenler karşısında âdeta tanklara selam duracak vaziyetteydiler. İhanet, millet iradesine yönelik olduktan sonra 15 Temmuz’da FETÖ şebekesinin yürüttüğü tanklar ile Sincan’da harekete geçirilen tanklar arasındaki ortaklığı görememek büyük bir dalalet olsa gerek. 28 Şubat’ın en zor süreçlerinde yüzüne masum kisvesi geçirmiş malum örgüt elebaşının “Beceremediniz.” diyerek meşru iktidarı hedef alıp askere selam çakması unutulmaz repliklerindendir. Gizli ellerin sufle ettiği replikler bütün darbe süreçlerinde olduğu gibi 28 Şubat sürecinde de sahneye konulmuştu.

Günün sonunda Sincan’da tankların hareketinin üzerinden çok fazla zaman geçmeden medya marifetiyle milletin her gün duymaktan usandığı, o dönemlerde gerçekten kimin güvenliğini sağladığı epey tartışmalı Milli Güvenlik Kurulu kararları, meşru hükümete dikte edilmeye başlanmıştı. Bağımsız olması gereken sözde ilerici ve çağdaş yargıç çevreleri ise her gün askerden brifing alarak iktidarın nasıl hizaya getirileceği konusunda aydınlanıyorlardı. Çok uzun süren Milli Güvenlik Kurul Toplantısı sonucunda imza edilmesi dahi tartışmalı kararlar sonucunda dini hassasiyetleri olan tüm kesimler hedef tahtasına oturtulmuş, “1000 YIL SÜRECEK” diye manşetlerden verdirilen haksızlık, baskı, zulümlere karşı mücadeleyle ve çilelerle geçecek acı dolu yıllar başlamıştı.

Kamusal Alan Tabiri İcat Edildi

28 Şubat 1997′ de MGK kararları ile tüm inananlar çok ağır mağduriyetler yaşadı. Toplumun her kesiminde baş örtmek, namaz kılmak, oruç tutmak, gümüş yüzük takmak, hatta mevlitli düğün yapmaya kadar uydurulan suçlar sebebiyle insanlar fişlendi. Fişlenenler eğer böyle bir yaşantıya devam ediyorsa askeri hiçbir alanda görevine devam edemedi ve bunun için “kamusal alan” tabiri icad edilerek kamusal alanda bu sözde kurallara uymadığı söylenen birçok memurun işine son verildi. Doktor, öğretmen, akademisyen ayrımı yapılmadan adeta bir kıyım yaşandı. Üniversitelerde başörtüsü ile eğitimine devam etmek isteyenlere uyarı, kınama, uzaklaştırma cezaları verilerek eğitimlerine son verilirken imam hatip liselerinde okuyanlara katsayı uygulandı ve bu durum tüm meslek liselerine üniversiteye girişte büyük engel oluşturup meslek liselerinin işlevi bitirilmiş oldu. Okullar neredeyse kapanma noktasına gelirken bunun sonucunda Türkiye’nin sanayi alnında gelişimi için önem arz eden ara elemanlar da istenilen şekilde yetişemez oldu. Katsayı adaletsizliği sonucunda tıp fakültesinde okunabilecek puanlarla gençler ancak edebiyat fakültesine girebiliyorken bir kısım öğrenci de İmam hatip liselerini bırakıp diğer liselere geçiş yapmak zorunda kaldı. Başörtülü olanlar imam hatip liselerine dahi devam edemiyorken bazı kız öğrenciler, bu yasak nedeniyle liseyi de okuyamadı. Bazı öğrenciler imkân bulabilirlerse vatanlarından uzaklara yurt dışında başka üniversitelere gitmek durumunda kaldı. Bunu yaşayan, şahit olan tüm Müslümanlar 28 Şubat darbesinin hem şahidi hem de bir biçimde mağdurudur. Genci, yaşlısı, başörtülü başörtüsüz hatta insan haklarına saygısı olan her kesimden insanlar bile. Ülkemizde yaşanılan bu acı süreç haksızlıklara karşı olan ve adalet duygusu bulunan herkesi maalesef ki mağdur etti. Milletimizin hem maddi hem de manevi anlamda geleceğine ipotek konulmuş ve birçok hayat karartılmıştı.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez

Mehmet Akif Ersoy

Anadolu İnsanının İrfanıyla Aşılan Darbe

Anadolu insanının irfanıyla ve gelecek öngörüsüyle insanımız bu karanlık günlerde “saçlarından sürünerek okulundan atılan, hayallerinden koparılan inançlı çocukların yanında durdu. Ve Başörtüsü özgürlüğü için Türkiye çapında “Başörtüsü İçin Elele” gibi meşru eylemler yaptı. Bazı illerde İnsanlar meşru taleplerini dile getirmek için yaptıkları bu ve benzeri eylemlerde haksız yere gözaltına alındı. Hak ve özgürlüklerin iadesi için hukuk yolları sonuna kadar kullanıldı ama bunlar hiçbir zaman kamuya zarar veren eylemlere dönüşmedi. Bu insanlar her zaman vicdanlarıyla hareket ettiler. Onları terörize etmek isteyen çevrelere fırsat vermediler. Toplumsal birliktelik her şeyin önünde tutuldu. Milletimizin, birlik ve beraberliğin, hak ve adalet anlayışının batıla galebe çalacağına olan inancı hiç bitmedi. Nasıl ki kurtuluş savaşında vatanına, toprağına ve bayrağına canı pahasına sahip çıktıysa 28 Şubat sürecinde de imanına, geleceğine, birlik ve beraberliğine öylece sahip çıktı. O günlerde gösterilen sağduyu ortaya konulmamış olsaydı günümüz Türkiye’si çok sıkıntılı süreçlerden geçiyor olabilirdi. İşte bu irfan ki milletimizi tarih sahnesinde her zaman güçlü kılan anlayış kuvvetidir. Bu anlayış aynı zamanda yumuşak gücün, sivil ve demokratik anlayışın en müstesna örneğidir. Bu yaşanmışlıklar gelecek nesillerimiz için de büyük bir tecrübe kaynağı olacaktır.

Konsun yine pervazlara güvercinler
Hû hûlara karışsın aminler …
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatihalar, Yasinler!
Yüreklerden taşsın Yine, imanlar!

Uçsuz bucaksız çöllerde
Yine izler gelenlerin
Yollar gideceklerindir…

Arif Nihat Asya

Bazı Mağduriyetler Giderildi

Artık başörtüsü yasağı yok. Kızlarımız ortaokullarda bile başörtüsü takabiliyor hatta askeriyede ve polis okullarında öğrenci olabiliyorlar. Namaz, artık gizli saklı yapılan bir ibadet değilken hemen hemen her yerde mescit var. Daha bunun gibi yüzümüzü güldüren birçok gelişme yaşandı. O dönemin yasaklarına maruz kalan insanlar için ise Bazı mağduriyetler giderildi. İade edilen hakları şöyle sıralayabiliriz: Kamu görevinden atılanlara görevlerine geri dönebilme hakkı verildi, Bazılarına da yaşları ilerlediği için emeklilik hakkı verildi. Üniversite öğrencisiyken çeşitli sebeplerle üniversiteden ilişiği kesilenlere üniversiteye dönme hakkı verildi. Ancak, bazı mağduriyetler hala tam olarak giderilemedi. Bunları da şöyle sıralayabiliriz: Kamu görevine geri dönenler (askerler dâhil) çalışması halinde elde edeceği kazanımları elde edemedi. Kamudan atılmayan bazı kişilerin görevde yükselmeleri engellenmiş olup bunların çoğu bu görevlerde hala yükselmeyi beklemektedirler. Üniversite öğrencisiyken üniversiteden ilişiği kesilenlere her ne kadar öğrencilik hakkı verilse de o günün şartlarında kamuya atanabilecek olanlara kamuya atanama hakkı sağlanamadı. Bu kişilerin sınıf arkadaşları yaklaşık 15-20 yıllık memur iken onlar hala KPSS gibi sınavlarla boğuşmaktadırlar. Adı hiç anılmayan iş adamları o dönemde iflasın eşiğine getirilmiş, bazıları iş yerlerini kapatmak zorunda kalmışlardır. Bu insanların mağduriyetleri neredeyse hiç giderilmedi. Masum insanlar hakkında o dönemlerde uydurulan ve ne hikmetse FETÖ taktikleriyle birebir örtüşen sözde terör örgütü üyeliği ile birçok insan haksız yere hapis hayatı yaşamış ve yönelik yargılama söz konusu olmadığı için halen hapiste olan ve adil yargılanmayı bekleyen insanlarımız vardır. Bu insanlar başta olmak üzere yaşanan manevi buhranlar, çalınan hayatlar, bir hiç uğruna karartılan gelecekler masum insanların hiç giderilemeyecek mağduriyetlerindendir.

Siyasi iradeyi ve halk iradesini hiçe sayıp iç ve dış mihraklarla işbirliği yaparak askeri gücü gayrimeşru şekilde kendi çıkarları doğrultusunda medya ve bürokrasi araçlarıyla kullanmak suretiyle masum insanlara zulmedip sırf inançlarından dolayı onların haklarını ve ülkemizin istikbalini akılları sıra 1000 yıl sürecek karanlığa mahkum etmek isteyenleri, onların işbirlikçilerini, gizli ve açık işbirliği yapanları telin ederken, gelecekleri karartılan körpecik vatan evlatlarına umut olmak için omuz verip el ele Anadolu’nun dört bir yanında zincir oluşturanlara, dünyanın dört bir yanındaki üniversitelere kız evlatlarını göndererek mücadeleden vazgeçmeyen anne babalara, Allah’ın ayetini ayakta tutmak adına batılın karşısında onurluca dimdik duran askerine memuruna öğrencisine, hayatının baharında mahkemelerde mücadele edenlere teşekkür etmemiz gerekiyor. Yeni nesillerimiz çok farkında olmasa da geleceğine pranga vurulmak istenilen memleketimiz için onlar umut oldular, ülkemizin maddi ve manevi kalkınmasının önünü açarak zincirleri kırdılar. Şu anki özgürlüklerin, kazanımların hepsinde bu insanların dik duruşlarının payı var ve bu insanlara çok şey borçluyuz. Bu dönemlere birebir tanıklık etmiş biri olarak temel hak ve özgürlüklerin yaşanmaya devam ettiği aydınlık bir gelecek dileğiyle sözlerimi Üstat Necip Fazıl Kısakürek ‘ten bir şiirle tamamlamak istiyorum.

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Kaynak: http://m.yenikonya.com.tr/guncel/postmodern_darbe_28_subat-1560242