Ermenistan da “İstanbul sözleşmesine” karşı

25 Temmuz 2019

Ermenistan’da “İstanbul sözleşmesine” karşı imza kampanyası devam ediyor

Ermenistan başkenti Yerevan’ın merkezinde bulunan Kuzey caddesinde ve Ermenistan Parlamento binasının önünde artk 8 günüdür milli değerleri koruma adına kurulan ve Vahagn Çakhalyan tarafından yönetilen “Kamk” (İrade) örgütü 2011 yılından kabul edilen ve Ermenistan tarafından da onaylanaması beklenen “İstanbul sözleşmesine” karşı imza kampanyası yürütüyor.

Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme olarak biliniyor.

Ancak imza kampanyasını yürütenlere göre kadına yönelik şiddeti önlemek adı altında üçüncü cinsiyet ve ahlaksızlık propaganda ediliyor ve bu da Ermenistan’ın ulusal güvenliğine yönelik ciddi bir tehdittir.

İmza kampanyası tamamlandıktan sonra organize edenler sözleşmenin Ermenistan Anayasasına aykırı olarak tanınma talebiyle Anayasa mahkemesine başvuracak.

Ermenistan’da “İstanbul sözleşmesine” karşı imza kampanyası devam ediyor

Hatırlanacağı üzere Avrupa Konseyine üye olan 47 devletten 34’ü Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesini onayladılar. Ermenistan, Rusya ve Azerbaycan anlaşmayı imzalamadılar, Bulgaristan ise bu anlaşma hakkında ‘Anayasaya aykırıdır’ diye karar aldı.

 

Mülteci Hakları Koordinasyonu, “Geri Göndermeme İlkesi Hakkında Tutum Belgesi”

MHK: Mevzuatı ‘Geri göndermeme’ ilkesine uygun hale getirin Mülteci Hakları Koordinasyonu, “Geri Göndermeme İlkesi Hakkında Tutum Belgesi” yayınlayarak hükümete mevzuatı uluslararası sözleşmelere uygun olarak düzenleme çağrısı yaptı.

Fotoğraf: UNICEF

Mülteci Hakları Koordinasyonu, 676 sayılı KHK ile “Geri göndermeme” ilkesinde yapılan değişiklikler hakkında Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali tespiti yaptığını belirterek, mevzuatın uluslararası sözleşmeler ve Anayasa’ya uygun hale getirilmesi çağrısı yaptı.

Mülteci Hakları Koordinasyonu, 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda (YUKK) değişiklik yapan yasal düzenlemeler hakkında “Geri Göndermeme İlkesi Hakkında Tutum Belgesi” yayınladı. Belge, geri gönderme yasağının uygulanmasının önündeki engellerin kaldırılması ve değişikliklerin yasadan çıkartılması talebiyle İçişleri Bakanlığı, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve Kamu Denetçiliği Kurumuna gönderildi. Anayasa Mahkemesi’nin, 30.05.2019 tarihli kararına dikkat çekilen belgede; kararın 676 sayılı KHK ile Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda yapılan değişikliklerin, kötü muamele yasağıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkını ihlal ettiği, bu ihlalin KHK ile değişik kanun maddeleri nedeniyle yapısal sorundan kaynaklandığının tespit ettiğine yer verildi.

KHK DEĞİŞİKLİĞİ İLE KEYFİLİK GELDİ

Olağanüstü hal yasasının yürürlükte olduğu dönemde çıkartılan 03.10.2016 tarih 676 Sayılı KHK ile Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda (YUKK) değişikliğe gidildiği, bu değişikliklerle yasanın özü, ruhu ve uluslararası hukukta ‘jus cogens’ kuralı olarak kabul edilen geri göndermeme ilkesinin ihlal edildiği vurgulandı. Yapılan değişiklikle “Terör örgütü yöneticisi, üyesi, destekleyicisi veya çıkar amaçlı suç örgütü yöneticisi, üyesi veya destekleyicisi olanlar, Kamu düzeni veya kamu güvenliği ya da kamu sağlığı açısından tehdit oluşturanlar, Uluslararası kurum ve kuruluşlar tarafından tanımlanan terör örgütleriyle ilişkili olduğu değerlendirilenler” hakkında sınır dışı etme kararının alınabileceği yönünde düzenlemeye gidildiği hatırlatıldı.

Değişikliğin idarece; keyfi ve sonuçları ile orantısız şekilde yorumlandığı belirtilen belgede, işleme karşı dava açmanın bile tek başına hukuki yarar sağlamadığı yasal düzenlemeler ile sınır dışı ve ardından gönderildiği ülkede savaş, ölüm, işkence, insanlık dışı onur kırıcı ve kötü muamele ile sonuçlanabilecek vakalar yaşandığı belirtildi.

‘KAMU DÜZENİ’ KAVRAMI ÇOK GENİŞ YORUMLANIYOR

“Kamu düzeni ve güvenliği” kavramının son derece geniş yorumlandığı belirtilen tutum belgesinde, “Adli vakaya konu olmuş olmakla birlikte takipsizlik, beraat gibi kişinin aklanması sürecine varacak durumlarda yabancılar yargılama süreci dahi başlamadan sınır dışı edilmektedir. Geri göndermeme ilkesinin yanı sıra, kişilerin adil yargılanma, kendini savunma ve aklanma hakları da engellenmektedir” denildi.

HAYATI VE ÖZGÜRLÜĞÜ TEHDİT VARSA GERİ GÖNDERİLEMEZ

Mülteciler ve Uluslararası Koruma ihtiyaç sahipleri açısından en temel korumanın 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 33. maddesi ile düzenlenen “Geri göndermeme” ilkesi olduğu vurgulanan belgede, hiçbir taraf devletin, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyeceği veya iade etmeyeceği hatırlatıldı. Bu ilkeyle Türkiye’nin, mülteci ve geçici koruma altındakileri koruduğu, geri gönderileceği ülkesinde; işkence, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacak tüm yabancıları koruma altına aldığı ifade edildi.

‘SINIRDA RED’ GERİ GÖNDERMEMENİN İHLALİ

“Geri göndermeme” ilkesi uyarınca Türkiye’nin de taraf olduğu birçok uluslararası sözleşmeye atıf yapılan belgede, “Geri göndermeme ilkesi, ‘sınırda reddi’ geri göndermeme ilkesinin ihlali sayar ve kendisine sığınacak yurt arayan mülteciler için sınırda reddin uluslararası korumaya erişim için bir ön koşul olduğunun kabulü ile geri göndermeme ilkesi Türkiye ve tüm devletler açısından ‘jus cogens’ kuralı olarak kabul edilir” ifadelerine yer verildi. (Ankara/EVRENSEL)

https://www.evrensel.net

İstanbul Sözleşmesi Türkiye açısından ikinci SEVRdir

“İstanbul Sözleşmesi Türkiye açısından ikinci SEVRdir.” Mehmet Yaman

MALUMLARI OLDUĞU ÜZRE, KISACA “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ” OLARAK ADLANDIRILAN SÖZLEŞMENİN ASIL ADI, “KADINLARA YÖNELİK ŞİDDET VE EV İÇİ ŞİDDETİN ÖNLENMESİ VE BUNLARLA MÜCADELE HAKKINDAKİ, AVRUPA KONSEYİ SÖZLEŞMESİ” DİR.
BU SÖZLEŞME 11.5.2011 TARİHİNDE İMZAYA AÇILMIŞ OLUP, İLK İMZA KOYAN, O ZAMANIN BAŞBAKANININ BİLGİSİ DAHİLİNDE DIŞİŞLERİ BAKANIMIZDIR VE BU SÖZLEŞMEYİ, HERHANGİ BİR ÇEKİNCE KOYMADAN İMZALAMIŞTIR.
BU SÖZLEŞMEYE TOPLAM 15 AVRUPA KONSEYİ DEVLETİ İMZA KOYMUŞ OLUP, DİĞER DEVLETLERİN MESELA, 27 ÜYELİ AVRUPA BİRLİĞİ’NİN 14 TANESİNİN İMZASI VARDIR, 13 TANESİNİN İMZASI BULUNMAMAKTADIR. İMZALAYANLARDAN BAZILARI DA, ÇEKİNCE KOYARAK İMZALAMIŞLARDIR. İMZA SEREMONİSİ, 8.9.2011 TARİHİNDE, YANİ BİZİM İMZAMIZDAN 4 AY SONRA TAMAMLANMIŞTIR.
HANİ DERLER YA, “ZEHİR ALTIN KASEDE, ÇEŞİTLİ REVERANSLARLA SUNULURSA FARKEDİLMEZ” DİYE!..
AYNEN ONUN GİBİ, BU SÖZLEŞMENİN ADINI OKUYUNCA, HEPİMİZ KAYITSIZ ŞARTSIZ KABUL EDER VE “BU ADI TAŞIYAN BİR SÖZLEŞMEYE, İMZAYI İLK DEFA BİZ ATARIZ” DA, DERİZ. BİZ DE İŞTE ÖYLE YAPTIK, CİDDİ VE TARİHİ BİR DEVLETİN MES’ULLERİ OLARAK!..
BU SÖZLEŞME TOPLAM 81 MADDE OLUP, BİR ÇOK MADDELERİNİ TENKİT ETMEMİZ MÜMKÜNKEN, VAKTİN DARLIĞI SEBEBİYLE, SÖZLEŞMENİN HEPSİNİ DEĞİL DE, ÖZELLİKLE BİZİM İÇİN TUZAK OLAN MADDELERİNİ GÖZDEN GEÇİRELİM:
1 – SÖZLEŞMENİN 3. MADDESİNDE, “KADINA YÖNELİK ŞİDDET” TARİFİ YAPILMIŞ OLUP, “PSİKOLOJİK VEYA EKONOMİK ACI VEYA ISTIRAP VEREN VEYA VEREBİLECEK OLAN, cinsiyete dayalı her türlü eylem ve BU EYLEMLERLE TEHDİT ETME, ZORLAMA VEYA KEYFİ OLARAK ÖZGÜRLÜKTEN YOKSUN BIRAKMA, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına gelir” DENEREK, EKONOMİK ACI VE IZDIRAP VERECEK OLAN HER TÜRLÜ OLAYLA, BUNLARLA TEHDİT ETME İŞLEM VE EYLEMLERİNİ DE, “CİNSİYETE DAYALI ŞİDDET” OLARAK, NİTELEMEKTEDİR.
BURADA GEÇEN “EKONOMİK ACI VE IZDIRAP” DEYİMLERİ, FEVKALADE MUĞLAK OLUP, BİR ESKİ HAKİM OLARAK, BU DEYİMLERİN, UYGULAMADA ÇOK FARKLI VE ERKEKLER ALEYHİNE, CİDDİ MAHRUMİYETLERE SEBEP OLABİLECEK KARARLARA VESİLE OLABİLECEĞİNİ ÖNGÖRÜYOR VE BAZI MESLEKTAŞLARIMIZDAN DA, BU KONUDA HİÇ BEKLENMEDİK BOYUTLARDA, KARARLARIN ÇIKTIĞINI DUYUYORUZ.

2 – YİNE 3. MADDENİN (b) FIKRASINDA, “aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da, eski veya şimdiki eşler veya PARTNERLER arasında meydan gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya EKONOMİK şiddet eylemi anlamına gelir” DENMEKTEDİR.
BURADA GEÇEN PARTNER DEYİMİ, KİMLERİ KAPSIYOR? GERÇEKLER IŞIĞINDA, BU DEYİMİN, “CİNSEL TERCİHLERİNE GÖRE, ERKEK ERKEĞE HOMOSEKSÜEL İLİŞKİLERDE BULUNAN KİŞİLER” İ KAPSADIĞINI GÖRMELİYİZ.
BÖYLECE, HOMOSEKSÜEL İLİŞKİLER DE, YASAL TEMİNAT ALTINA ALINMIŞ, BİR EŞ SEVİYESİNDE HAKLARA SAHİP OLMUŞ BULUNUYOR, BU SÖZLEŞMEYLE. BU HOMOSEKSÜELLER DE, EKONOMİK OLARAK BİRBİRLERİNE BAĞLI VE SORUMLU HALE GELİYORLAR VE AİLE İÇİ ŞİDDET SUÇU KAPSAMINA GİRİYOR. TABİİ BU DA, HOMOSEKSÜEL HAYATIN, YASAL KORUMA ALT YAPISI DEMEKTİR. YANİ BU SÖZLEŞMEYLE, YASAL OLARAK BU İLLET KORUNMUŞ OLUYOR.
OYSA BİZİM İNANÇ SİSTEMİMİZDE ŞİDDET REDDEDİLEN VE CEZALANDIRILMASI GEREKLİ BİR HALDİR.

3 – Bu sözleşmenin 4/3. madde ve fıkrasında; “Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrımcılık Yapmama” başlığı altında, “CİNSEL TERCİH/YÖNELİM” de sayılmakla, her türlü sapıklık, açıkça meşrulaştırılmıştır.
YANİ HOMOSETSÜELLİK VEYA LEZBİENLİK, BİR TEMEL HAK OLUYOR, ENGELLENEMİYOR VE BU TİPLER, DİĞER NAMUSLU İNSANLARLA HER YERDE VE HER ŞEKİLDE EŞİT OLUYOR.

4 – Sözleşmenin Türkçe metninde, her ne kadar “aile” kelimesi geçiyorsa da, orijinal metinde, aile kelimesi “domestic” olarak geçmektedir ki, domestik kelimesi, normal bir aileyi değil, “EV İÇİ HER TÜRLÜ ARKADAŞLIĞI-ORTAK EV ARKADAŞLIĞI” nı da içerir. Çeviri bizi yanıltmasın.
Herhangi bir ihtilafta esas olan, orijinal metindeki kelimelerin gerçek anlamları olup, ELİMİZDE BULUNAN METİNDEKİ “AİLE” DEYİMİNİ “EV İÇİ HER TÜRLÜ ARKADAŞLIK” OLARAK ANLAMALIYIZ.
Yani bu ortak ev arkadaşlığı, erkek erkeğe cinsel birliktelik amaçlı, her türlü beraberliği de kapsamaktadır.

5 – Sözleşmenin 4/4. madde ve fıkrasıyla, gerek bu sözleşme ve gerekse başka şekillerde olsun, “KADINLARIN LEHİNE ALINACAK HER TÜRLÜ TEDBİR, AYRIMCILIK SAYILAMAYACAK.”
BU TEDBİRLERİN ANAYASAYA, KANUNLARA UYGUN OLMA ŞARTI DA ORTADAN KALKIYOR, 4. MADDENİN BU FIKRASIYLA. ÇÜNKÜ ANAYASAMIZIN 90. MADDESİ BU ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİN BİZİM KENDİ KANUNLARIMIZIN ÜSTÜNDE OLDUĞUNU VE VATANDAŞIMIZA, BU SÖZLEŞMELERİN KANUNLARIMIZLA ANAYASAMIZA AYKIRI OLDUĞUNU İDDİA EDEREK DAVA AÇMA HAKKI VERMİYOR. SADECE, İKTİDAR BU SÖZLEŞMELERİ KENDİ ELİYLE FESHEDEBİLİR.
YANİ KARI-KOCA ADAYLARININ KENDİ ARALARINDA YAPACAKLARI BAZI SÖZLEŞMELER DE, BU SÖZLEŞMEYE AYKIRILIKLA İPTAL EDİLECEK, MAHKEMELERDE.
Yani İstanbul Sözleşmesindeki müeyyideleri göze almak zorundadır, evlenecek olanlar!.. Aksi halde, ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalması melhuzdur.
Bu sözleşme bizi, KENDİ MİLLİ BENLİĞİMİZDEN VE AHLAKİ DEĞERLERİMİZDEN KOPARARAK, AVRUPA BİRLİĞİ UĞRUNA, AİLE SINIRLARIMIZ YIKILMIŞ, AHLAKİ DEĞERLERİMİZİ ÇÖKERTMİŞ VE KADIN ERKEK, KARŞI CİNSLERLE DEĞİL DE, BİRBİRLERİYLE, HOMOSEKSÜEL VE LEZBİYEN İLİŞKİLERİN TEŞVİKİ !..

6 – Sözleşmenin 7. maddesinde, “alınan tedbirler, ulusal insan hakları kuruluşları ve sivil toplum örgütleri gibi, tüm aktörleri kapsar,” denmekte olup bununla, cinsel tercihler (homoseksüel ilişkiler) i de kapsayan her türlü özgürlükle ilgili dernek, vakıf gibi koruyucu kurumların oluşturulması da, teminat altına alınmaktadır.

7 – Sözleşmenin 9. maddesinde; “Sivil Toplum Kuruluşları ve Sivil Toplum” başlığı altında:
“Taraflar, kadına yönelik şiddetle mücadelede, aktif olan ilgili sivil toplum kuruluşları VE SİVİL TOPLUMUN ÇALIŞMALARINI, HER DÜZEYDE GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURUR, TEŞVİK EDER VE DESTEKLER VE BU KURULUŞLARLA ETKİN İŞBİRLİĞİ TESİS EDER” diyor.
Bu madde gereğince, o zamanın Aile Bakanı Fatma Şahin, 236 kadın derneği ile masaya oturup, 6284 sayılı yasa tasarısını hazırladı.
Toplumsal cinsiyet eşitliğini savunduğunu iddia eden derneklerin çoğunluğu, PKK ve LBTG destekçisi derneklerdi.

BU MADDENİN UYGULAMASINA İLİŞKİN, ÇOK YAKINLARDA MECLİSTE YAPILMIŞ BULUNAN ÇALIŞMALARA, KİMLERİN DAVET EDİLDİĞİNE İLİŞKİN RESMİ YAZININ BİR FOTOKOPİSİNİ ARZ EDİYORUZ.
BU YAZININ KATILIMCILAR BÖLÜMÜNÜ İNCELEDİĞİMİZDE HER ÇEŞİT LGBT VE PKK DESTEKLEYİCİSİ DERNEKLERİN DE ÇAĞIRILDIĞINI GÖRÜRÜZ.
HEYHAT Kİ, MİLLETİN TEMEL DEĞERLERİNİ TEMSİL EDEN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ VAR MI ACABA, BU KONUDA VE VARSA NEREDE?..

8 – Türkiye, İstanbul Sözleşmesinin gereğini yerine getirmek üzere, 2012 Eylül ayında yürürlüğe giren, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu” adlı 6284 s. lı kanunu, dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in, çoğunluğunu yukardaki derneklerin oluşturduğu feminist kadın dernekleriyle birlikte hazırlayarak çıkardı.
9 – Bu sözleşmenin 12. maddesinin 1. fıkrasında; “kadınlar ve erkekler için, ALIŞILAGELMİŞ ROLLERİN BULUNDUĞU DÜŞÜNCESİNE DAYANAN ÖN YANGILARI, ÖRF VE ADETLERİ, GELENEKLERİ VE HER TÜRLÜ FARKLI UYGULAMALARI ORTADAN KALDIRMAK AMACIYLA, KADIN VE ERKEKLERE İLİŞKİN TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL DAVRANIŞ MODELLERİNDE DEĞİŞİM SAĞLAMAK İÇİN GEREKLİ TEDBİRLERİ ALIR” denmektedir.
Burada “KADINLAR VE ERKEKLER İÇİN ALIŞILAGELMİŞ ROLLER” deyimiyle, inanç ve ahlaki değerlerimizle örf ve adetlerimizin getirdiği, karı-koca sorumluluk ilişkileri tamamen inkar edilmekte ve toplumumuzun, inanç referanslarımızda bulunan tarihi sorumluluk anlayışından uzaklaştırılması istenmektedir.
Yani evin içinde, karı-koca mesuliyetlerine ilişkin tüm inanç verileri, altüst edilmektedir. Eşler birbirinden bağımsız ve sorumsuz olacaklar, bu maddeye göre.

10 – Yukardaki 12/1. madde ve fıkrasında, “ortadan kaldırmak” olarak yapılan tercümenin asıl metindeki karşılığı, “kökünden kazımak” tır, aslında. Yani inanç ve ahlak anlayışlarından kaynaklanan her türlü duyguların ve karşı çıkışların tamamı kökünden kazınacaktır, bu maddeyle. Ama, tercümede bu gerçek mana gizlenmiş.
Lütfen bu maddeyi tekrar okuyalım. Yani kadın ve erkeğin aile içindeki rolleri ve karşılıklı görevleri tamamen kalkıyor.
Aile içinde, birbirine karşı bağımsız, sorumsuz ve herkesin istediği gibi yapıp edeceği bir ortam oluşturuluyor ki, bu bizim için, ciddi bir kaos ortamı demektir. “VE NE KADAR İNANÇ DEĞERLERİ, ESKİ ÖRF VE ADETLER İLE GELENEKLER VARSA, BUNLARIN KÖKÜ KAZINACAK, AİLE KUTSİYETİ VE MAHREMİYETİ DİYE BİR ŞEY KALMAYACAK” diyor, sözleşme.

11 – 12. maddenin 5. fıkrasında; “taraflar (yani Türkiye), KÜLTÜR, GELENEK, GÖRENEK, DİN VEYA SÖZDE “NAMUS”UN İŞBU SÖZLEŞME KAPSAMINDAKİ HER HANGİ BİR ŞİDDET EYLEMİ İÇİN, MAZERET OLUŞTURMAMASINI SAĞLAR” denmektedir.
Bu sözleşmeyle, 1 ve 2 numaralı başlık altlarında anlattığımız; “CİNSEL YÖNELİM,” ADI ALTINDA TOPLANAN BÜTÜN SAPIKLIKLAR (homoseksüellik, biseksüellik, lezbiyenlik vs. gibi), HAYATIN HER ALANINDA KORUMA ALTINA ALINMIŞ BULUNMAKLA, bu tür kişiler, size ev kiralamak için geldiklerinde, bu gerekçelerle veremeyeceğinizi bildirmeniz halinde, “toplumsal cinsiyet ayrımı yapma” suçlamasıyla karşı karşıya kalabilirsiniz.

12 – 13. madde, “Taraflar, İşbu sözleşme kapsamındaki, her türlü şiddetin ve farklı tezahürlerinin önlenmesi gerektiğinin, toplum içinde anlaşılması ve buna ilişkin farkındalığın artırılması amacıyla, başta kadın örgütleri olmak üzere, ulusal insan hakları kurumları ve bunlara denk organları, sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içerisinde, düzenlik aralıklarla ve her seviyede farkındalık yaratma kampanyaları geliştirir veya yürütür,” demektedir.
Yani, cinsel eğilim (homoseksüel) ve aile fertlerinin alışılagelmiş rollerinin değiştirilmesi (karı-koca sorumluluk ve görevleri ) adı altında, her türlü homoseksüel, lezbiyen ilişkilerle, aile içindeki birliktelik huzurunu sağlayan her türlü duygu ve düşüncelerin altüst edilmesine sebep olacak tüm dernekler ve vakıflar korunacak, geliştirilecek ve onlarla sık sık toplantılar yapılacaktır, bu maddeye göre.
Yani sistemli bir biçimde, ailenin ve toplumun tüm değerlerden uzaklaştırılması, tüm insan cinsinin, hayvan topluluklarında bile görülmeyen, zevklerine ve tercihlerine göre, kadın kadına, erkek erkeğe birbirleriyle cinsel ilişkilerin geliştirilmesi anlayışları geliştirilecek, tabir caizse, insanların hayvanlardan da aşağı bir hayat sürmesine çalışılacaktır.
Tabii, bu homoseksüel ve lezbiyen ilişkilerin geliştirilerek, kadının hayatından erkeği, erkeğin hayatından da kadını çıkarmak suretiyle, meşru üremelerin de önüne geçilecek, toplumda çocuk olmayacak, bunun yerini kedi ve köpek beslemeleri alarak, uzun zaman içinde insanların sayısı bitirilecektir.
Tabii bu yok oluşta, savaş ve katliamlar ile, çeşitli hastalıklardan ölümler de, önemli görevler almış olacaklar ki, bir taraftan da dünya insanları bu sarmal ihanetin cenderesi içinde ve siyasal, sosyal, sağlık ve tarımsal
alanların tümünde, çok çeşitli tezgahlar bu amacın emrinde dönmektedir.
Dünya çapında bu uygulama hızlandırılarak, Siyonizm’in insan topluluklarını yok ederek, dünya insanlarının toplam 500 milyona indirgenip kuracakları “Dünya Krallığı” efsanesine doğru, hızla yol alınacaktır.

13 – Sözleşmenin 14. maddesi, “eğitim” başlığı altında, “bu sözleşme kapsamına giren “HER TÜRLÜ CİNSİYET ROLLERİ” (erkek erkeğe cinsi ilişkiler) ile, “BUNLARA SAYGI” hususunda her türlü eğitimin, müfredat programlarına eklenmesini ve bu konuda çeşitli kurumlarla eşgüdümlü çalışılmasını” emretmekte olup, böylece ilkokuldan itibaren çocukların erkek erkeğe ve kadın kadına cinsel ilişkileri hoş görüp, gereğinde tercihini buna göre yapabileceği anlayışı, küçüklükten beyinlerine yerleştirilmiş olacaktır.
14 – Sözleşmenin 16. maddesi, “bu cinsel yönelimlere ve tercihlere (homoseksüel ilişkilere) yönelenlere karşı oluşacak şiddet eylemlerinin önlenmesi ve şiddete başvuranların eğitimiyle” ilgili tedbirlerin alınmasını emrediyor.
15 – Sözleşmenin 17. maddesi, bu konuda özel sektör ve medya kuruluşlarını da görevlendiriliyor.
Sair maddeler, daha başkaca bir sürü tedbirleri içermektedir.
16 – Sözleşmenin 36. maddesinin başlığı, “Tecavüz dahil olmak üzere, cinsel şiddet” başlığını taşımakta, 1/b fıkrasındaki “kişilere KARŞI TARAFIN RIZASI OLMAKSIZIN diğer cinsel nitelikli eylemlerde bulunmak” eylemini, 3. fıkrasında, “EŞLERE VEYA PARTNERLERE KARŞI İŞLENEN EYLEMLER İÇİN DE GEÇERLİ OLMASINI SAĞLAMAK ÜZERE, GEREKLİ HUKUKİ VE DİĞER TEDBİRLERİ ALIR” demekle, partner deyimi adı altında, kadın erkek her türlü cinsel birleşimi artık normalleştirmiş ve eş cinselleri de eşleriyle aynı kategoride zikrederek, eşleriyle de, onların rızaları dışında cinsel ilişki kuramayacaklarını, kurarlarsa açıkça cinsel şiddet uygulama suçunu işleyecekleri anlatılmakta olup, Ankara Barosu avukatlarından birisi ben Mağrib devletine gelirken, eşinin telefonla polise yaptığı, “eşim bana zorla bana tecavüz etti” ihbarıyla, bu suçlamayla hapse atılmıştı.
Yargıtay üyeleri de, “bu sözleşme iptal edilmediği müddetçe, biz bu konudaki kararları onaylamak zorundayız” demektedirler.

17 – 48. maddede, “TARAFLAR (sözleşmeyi imzalayan devletler), İŞBU SÖZLEŞME KAPSAMINDAKİ ŞİDDET EYLEMLERİNDE ARABULUCULUK VE UZLAŞMA DA DAHİL, ZORUNLU ALTERNATİF UYUŞMAZLIK ÇÖZÜM SÜREÇLERİNİ YASAKLAMAK ÜZERE, GEREKLİ HUKUKİ VE DİĞER TEDBİRLERİ ALIR” denmektedir.
Yani bu madde, anlaşamayıp kavga eden bu kişiler arasında, ARABULUCULUK VE UZLAŞMA YAPILMASINI YASAKLIYOR. İlla kavga devam edecek ve mahkemelere intikal edecek. Bu çok tehlikeli ve toplum fertlerini uzlaşma ve anlaşmaya değil, kavga ve mahkemelerde sürünmelere ve aile birlikteliğini ortadan kaldırmaya sevk edecek, yıkıcı bir maddedir.

18 – 80. MADDESİ, “İMZA KOYANLARIN İSTEDİĞİ ZAMAN, KONSEY GENEL SEKRETERİNE TEK TARAFLI OLARAK YAPACAĞI BİLDİRİMLE BU SÖZLEŞMEYİ KENDİ YÖNÜNDEN FESHEDEBİLECEĞİ” Nİ YAZMAKTA OLUP, BU MADDEYE GÖRE BİZ İSTERSEK, HEMEN KAYITSIZ ŞARTSIZ BU SÖZLEŞMEYİ FESHEDEBİLİRİZ.
EFENDİM,
ARACILIĞINIZLA, İNANÇ VE AHLAK DEĞERLERİMİZİ TAMAMEN ALTÜST EDEN VE MİLLİ BİR FELAKET OLAN, ŞİMDİLİK HENÜZ ÇOK FARKEDİLMEYİP, İLERDE “BİZ NE YAPTIK!” VAVEYLASIYLA BAĞIRACAĞIMIZ BU SÖZLEŞMENİN KALDIRILMASINI, SAYGIDEĞER CUMHURBAŞKANIMIZDAN TEKRAR VE ISRARLA TALEP EDİYORUZ, KENDİLERİNİ SEVEN VE TAKDİR EDEN BİR VATANDAŞ OLARAK.
UZAKTAN ANCAK BU KADAR!..
SAYGILARIMLA!..
20.7.2019
Mehmet Yaman
Casablanca-Mağrib

İsrail’den tarihi doğum kontrol itirafı

İsrail, Etiyopyalı kadın göçmenlere haberleri olmadan doğum kontrolü uygulandığını ilk kez kabul etti.

İSRAİL Sağlık Bakanlığı Genel Direktörü Prof. Ron Gamzu, Etiyopyalı kadınlara doğum kontrol iğnesi yapılmasından sor\numlu tutulan dört sağlık kuruluşunun hizmetini durdurduklarını açıkladı. İlk kez beş yıl önce ortaya atılan iddialar geniş yankı uyandırmış, yapılan analizlerde İsrail’deki Etiyopya kökenli kadınların doğum oranında 10 yıl içinde yüzde 50’lik bir düşüş yaşandığı belirlenmişti. Son olarak altı hafta önce, bir İsrail televizyonundaki belgeselle konu gündeme gelmiş, programda 35 Etiyopyalı kadının tanıklığı yayımlanmıştı.İsrail’deki yerel kliniklere başvuran kadınlardan biri, burada kendilerine iğne yapılışını, “Aşı yaptıklarını söylediler. Sık doğuran kadınların acı çektiğini belirttiler. Her üç ayda bir iğne olduk. İstemediğimizi söylemiştik” diye anlatmıştı.

Etiyopyalı ilk vekil

22 Ocak’ta yapılan genel seçimlerde İsrail’in ilk Etiyopya asıllı milletvekili seçilen Pnina Tamano Şata’nın son skandal hakkında yorum yapması bekleniyor. İsrail’de yaklaşık 130 bin Etiyopya kökenli Yahudi yaşıyor.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/israil-den-tarihi-dogum-kontrol-itirafi-22460852

28 Şubat davasının gerekçeli kararı açıklandı

28 Şubat davasının gerekçeli kararı açıklandı.

Kararda, “REFAHYOL Hükümetinin istifasıyla sanıkların eylemleri arasında nedensellik bağı bulunduğu” belirtildi.

03.07.2018

28 Şubat dönemine ilişkin 103 sanıklı davada, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’in de aralarında bulunduğu 21 sanığın müebbet hapse çarptırılması, 68’inin beraatı, 14 sanık hakkındaki davanın ise düşürülmesine ilişkin gerekçeli karar açıklandı.

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mustafa Yiğitsoy ile Üye Hakimler Turhan Kök ve Tuba Büyükşahin’in yazdığı gerekçeli karar tamamlanarak, UYAP’a yüklendi.

Toplam 3 bin 833 sayfalık gerekçeli kararda, “Dava konusu olayda, hükümeti cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etme eylemini gerçekleştirmek üzere, bir kısım sanıkların önceden gizlice ittifak etmiş oldukları anlaşılmaktadır.” ifadesine yer verildi.

REFAHYOL Hükümeti’nin istifa ettirilmesi ile faillerin eylemleri arasında illiyet (nedensellik) bağı bulunduğu” belirtilen kararda, “faillerin fikir ve eylem birliği içinde ve bir organizasyon dahilinde atılı suçu işledikleri” vurgulandı.

Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) 54. Hükümeti düşürme amacıyla faaliyet yürüttüğü ifade edilen kararda, dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı ve Genelkurmay 2. Başkanı Bir’in, “54. Hükümetin düşürülmesine yönelik tüm faaliyetlerden bilgileri olduğu” ve “suça iştirakleri konusunda mahkemenin tam bir vicdani kanaate vardığı” bildirildi.

Kararda, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin hiçbir unsuruna demokratik düzeni ortadan kaldırma, askeri dikta kurulmasına yol açabilecek askeri müdahalede bulunma yetkisi vermediği” vurgulandı.

“Sanıklara yüklenen suç askeri yargının görev alanına girmiyor”

Gerekçeli kararda, bazı sanıkların görevleri gereği Yüce Divan’da yargılanmaları gerektiği yönündeki itirazlarının neden reddedildiği de irdelendi.

Buna göre, geçmişte Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı görevlerini yapmış bazı sanıkların Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde, askeri personel diğer sanıkların askeri mahkemelerde yargılanmaları gerektiğinden görevsizlik kararı verilmesinin istendiği hatırlatıldı.

Görev konusundaki yasal mevzuata yer verilen gerekçede, Anayasa’nın kaldırılan 145. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde “Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür” şeklinde bir düzenlemeye yer verilerek, bu suçların yargılamasında askeri yargının görevli olmadığının tespit edildiği vurgulandı.

Gerekçede, böylece devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçların kim tarafından işlenirse işlensin adliye mahkemelerinde yargılanacağının hüküm altına alındığı ifade edildi.

Sanıklara yüklenen suçun askeri yargının görev alanına girmediği belirtilen gerekçede, 1 Şubat 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı kanunun 16. maddesi ile Anayasa’nın 145. maddesinin yürürlükten kaldırılması nedeniyle askeri mahkemelerin görevli ve yetkili olduklarına dair tartışmanın bu dava açısından hukuki dayanağının kalmadığı bildirildi.

“Yürürlükte bulunan yasaya göre”

CMK’nin 3. maddesinde mahkemelerin kanunla düzenleneceğinin, 4. maddesinde de mahkemenin görevli olup olmadığına kovuşturma evresinin her aşamasında resen karar verilebileceğinin düzenlendiği belirtildi.

Mahkemelerin görevlerinin yargılama usulüne ilişkin olduğu, usule ilişkin yasaların da kamu düzeniyle ilgili olmaları nedeniyle yürürlüğe girmelerinin ardından taraf iradelerinden bağımsız şekilde derhal uygulanmaları gerektiği belirtilen gerekçede, her yargılama işleminin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan yasaya göre yürütülmesinin zorunlu olduğu kaydedildi.

Yargılama henüz kesin olarak bitmemişse, yeni yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren yapılacak yargılama işlemlerinde kural olarak yeni yasanın uygulanması gerektiği anlatılan gerekçede, sanıklar hakkındaki soruşturma tamamlanıp dava 22 Mayıs 2013’de açıldıktan sonra 11 Şubat 2014’de kabul edilen 6519 sayılı Kanun’un 61. maddesi ile Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları hakkında soruşturma açılmasının başbakanın iznine tabi tutulduğu hatırlatıldı.

Gerekçede, bu düzenlemeyle başbakan tarafından kamu davasının açılmasına gerek görülürse, soruşturma dosyasının Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapılmak üzere Anayasa Mahkemesine gönderileceği kuralının getirildiği belirtildi.

Bu soruşturma yöntemine ilişkin düzenlemenin, davanın açılmasından sonra ancak hükmün kesinleşmesinden önce yürürlüğe girdiği ifade edilen gerekçede, “Düzenlemenin, davanın açılmasından sonra yürürlüğe girmesi nedeniyle sanıklar hakkında uygulanma olanağı bulunmamaktadır.” değerlendirmesinde bulunuldu.

Sanıklara isnat edilen suçun anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine yönelik bir suç olduğu aktarılan gerekçede, yasal düzenlemeler ışığında görev suçu ile sınırlı olmak üzere yargılama mercisinin Yüce Divan olduğu belirtildi.

Bu durumda atılı suçun görevle ilgili olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği aktarılan gerekçede, “Suçun görev sebebiyle işlendiğinin kabulü için eylemin memuriyet işleriyle ilgili olması, diğer bir anlatımla suçu doğuran fiil ile görev arasında illiyet bağı bulunması, görevle bağlantılı olması ve görevin sağladığı imkanlardan faydalanarak işlenmesi gerekir.” tespitinde bulunuldu.

Gerekçede, 4 Ocak 1961 tarih ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.” hükmünün 2013’te “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.” şeklinde değiştirildiği vurgulandı.

Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 12 Eylül Davasına ilişkin kararına atıfta bulunulan gerekçede, değişiklikten önceki kanun maddesinde “Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesinin, Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” olarak tanımlandığına göre, yasa ile verilen görevin, mer’i anayasal düzeni, bu sistemin öngördüğü kurallar doğrultusunda iktidar olan hükümeti korumak yükümlülüğünü de içerdiğinin kabul edilmesi gerektiği kaydedildi.

Bu itibarla, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni Cebren Düşürmeye, Devirmeye İştirak Etmek” şeklindeki iddia ve eylemin anılan kanun maddesinden kaynaklanan görev kapsamında kaldığının savunulmasının hukuki dayanaktan yoksun olduğu vurgulandı.

765 sayılı TCK’nin 147. maddesi ve 5237 sayılı TCK’nin 312/1. maddesinde tanımlanan suçun, sanıkların yürütmekte olduğu Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları görevlerinin kendilerine sağladığı kolaylık ve avantajla gerçekleştirilmesinin, sanıkların doğrudan göreviyle ilgili olduğu anlamına gelmeyeceği bildirilen gerekçede, şu ifadelere yer verildi:

“Eylem öncesi, sırası ve sonrasında mer’i bulunan mevzuata göre ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gerektiren suçun görevin sağladığı kolaylık, avantajla ve imkan kullanılarak işlendiği sabit ise de görev kapsamında işlendiğinin kabulü olanaklı değildir. Hiç bir görev hiç kimseye suç işleme hak ve ayrıcalığı vermez. Sanıkların üzerine atılı suç ve sevk maddesi nazara alınarak atılı suçun askeri suç olmadığı gibi Anayasa’nın 148/7. maddesinde belirtilen istisnai hüküm içinde ve görevleri ile ilgili bir eylemin olmadığı, sanıklara atılı suçun askeri yargı ya da Yüce Divan’ın görevine girmediği gibi ayrıca Yargıtay 9 ve Yargıtay 16. ceza dairelerinin içtihatları da nazara alınarak bir kısım sanıklar ve müdafilerinin görevsizlik kararı verilmesi yönündeki talebin mahkememizin görevli olması nedeniyle reddine karar verilerek yargılama sonuçlandırılmıştır.”

Yargılama izni talepleri

Gerekçede, bazı sanıkların sıfat ve görevleri nedeniyle yetkili merciden izin alınması gerektiği konusuna ilişkin değerlendirmeler de yer aldı.

Buna göre, sanık eski Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri İlhan Kılıç’ın, yargılama için 6278 sayılı yasanın 1. maddesi ile değişik 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu 26. maddesi gereğince başbakanlıktan izin alınmasını istediği hatırlatılan gerekçede, 2945 sayılı yasanın 15. maddesi gereğince “Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Başbakan’ın teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanır” düzenlemesi kapsamında sanığın başbakan tarafından görevlendirilen kişilerden olmadığından başbakanlıktan izin alınması talebinin reddine karar verildiği bildirildi.

Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hakkında soruşturma açılmasını başbakanın iznine bağlayan düzenleme gereğince yapılan taleplerin de reddedildiği aktarılan gerekçede, söz konusu düzenlemenin davanın açılmasından sonra yürürlüğe girmesi, görev suçlarını kapsaması, ancak atılı suçun görevle ilgili olmaması nedenleriyle uygulanma olanağının bulunmadığı kaydedildi.

Aynı fiilden dava açılması

Gerekçede, kovuşturmaya yer olmadığına dair karardan sonra aynı fiil nedeniyle kamu davası açılmasına ilişkin değerlendirmeler de yer aldı.

Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı olduğu dönemde Hasan Celal Güzel tarafından şikayet ve ihbar dilekçesi ile Çevik Bir, Çetin Doğan, Aydan Erol ve Batı Çalışma Grubunda faaliyet gösteren kişiler aleyhine Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığına 28 Temmuz 1997’de şikayette bulunulduğu anlatılan gerekçede, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği, buna yapılan itirazın da mahkemece reddedildiği hatırlatıldı.

Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesince söz konusu mahkeme kararının kaldırılması için yazı yazıldığı ve ilgili mahkemenin kararını kaldırdığı belirtilen gerekçede, kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararın ise yeni delillerin ortaya çıkmış olması halinde kaldırılmasının gerekmediği ifade edildi.

Gerekçede, 5271 sayılı CMK’nin 173/6. maddesi gereğince de sonradan meydana çıkan tanık beyanları, müşteki beyanları, kurumlardan gelen belgeler ve dijital belgeler gibi delillerin “yeni delil” niteliğinde bulunduğu, söz konusu takipsizlik kararının kapsadığı kısma yönelik soruşturma şartının bu usuli eksikliğin giderilmesi nedeniyle davanın durması veya reddi kararı verilmesi yönündeki itirazlara itibar edilmediği vurgulandı.

“Tankların yürütülmesi hükümeti devirmeye elverişli bir eylem olarak kabul edilmiştir”

Kararda, Sincan’ın işlek caddelerinde tankların ve zırhlı araçların 4 Şubat 1997’de yürütülmesinin, sanıklardan dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’in bilgisi dahilinde, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hikmet Köksal’ın emriyle ani bir kararla gerçekleştirildiği ifade edildi.

Tankların ve zırhlı araçların yürütülmesinin önceden planlanan bir tatbikat ve eğitim yürüyüşü olduğunun delili bulunmadığı belirtilen kararda, 3 Şubat 1997 gecesi acilen Köksal tarafından verilen emir üzerine tankların Sincan’ın en işlek caddesinde yürütüldüğü, bunun basın yayın organlarına haber verildiği, manşetten verilen haberlerde tankların ve zırhlı araçların yürütülmesinin hükümete karşı askeri müdahale hazırlığı olarak değerlendirildiği aktarıldı.

Başbakan, Başbakan Yardımcısı, bakanlar ve birçok milletvekilinin tankların ve zırhı araçların yürütülmesini “askeri müdahalenin habercisi” olarak yorumladığı aktarılan kararda, “Sincan’ın işlek caddelerinde tankların ve zırhlı araçların yürütülmesinin, 54’üncü Cumhuriyet Hükümeti’ni cebren düşürmeye, devirmeye elverişli bir eylem olarak kabul edildiği” bildirildi.

Sanıkların Türk Silahlı Kuvvetlerinde (TSK) mevcut olan ve başka bir birimde bulunmayan zorlayıcı, korkutucu, cebri gücü tankların yürütülmesiyle kullandıkları kaydedilen kararda, şöyle denildi:

“Esasen yurt savunması ile görevli olan, sahip olduğu teşkilat, teçhizat ve personeliyle uluslararası alanda bile caydırıcı bir gücü bulunan, devlet düzeni dışındaki suç örgütlerinden gelecek saldırılara karşı iç güvenlik kapsamında emniyet ve asayişi sağlamakla görevlendirilen TSK’ya mensup sanıkların kullanabilecekleri cebre karşı, icra organının (bakanlar kurulu) mukavemet edebilme imkan ve kabiliyeti bulunmamaktadır. Zira, emniyet kuvvetlerini de etkisiz hale getirip sonuçta TSK’nın hiyerarşik imkanlarını kullanan sanıkların, amaç suçla öngörülen neticeyi elde etmek yolunda hiçbir maddi engelle karşılaşmayacakları açıktır.”

28 Şubat 1997’deki MGK

Gerekçeli kararda, 28 Şubat 1997’deki MGK’nın ardından yayımlanan basın bildirisinde, “Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş.” ifadesinin kullanıldığına işaret edilerek, basın bildirisindeki “yaptırımın” ne manaya geldiğinin açıkça belirtilmediği, ancak bu ifadelerin “meşru hükümete baskı ve tehdit içerdiğinin kabul edildiği” belirtildi.

Gerekçeli kararda, Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) anayasa ve yasada teşkilatlanmasının olmadığı, hükümetin bilgisi dışında kurulduğu ve son toplantısını 54’üncü Cumhuriyet Hükümeti’nin 18 Haziran 1997’de istifa ettirilmesinden önce 16 Haziran 1997’de “Batı Çalışma Grubu Toplantısı” adı altında yaptığı ifade edilerek, bu tarihten sonra “Batı Çalışma Grubu” adıyla toplantılar yapılmadığı ve toplantının “İç Güvenlik Toplantısı” ismiyle yapıldığı anlatıldı.

Hükümetin istifa ettirilmesinden başka değişikliğin olmadığı bir dönemde toplantının isminin değiştirilmesinin hukuki ve mantıklı bir gerekçesi olamayacağına işaret edilen kararda, BÇG faaliyetlerinin anayasal ve yasal görev ve yetkiler kapsamında kalmadığı, hükümetçe verilen talimat gereği de kurulmadığı, hukuki dayanağı olmadan kurulan BÇG’nin yasal dayanağı olmayan faaliyetlerde bulunduğu vurgulandı.

Kararda, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliğinin “hukuk devleti” olarak tayin edildiği vurgulandı ve “Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve anayasaya uyan devlettir.” denildi.

Hukuk devletinin meşruiyetini hukuktan aldığı belirtilen gerekçede, hiçbir kimse veya organın kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı ifade edildi.

Gerekçede, siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmelerinin, demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal bir sonucu olduğu belirtilerek, şu ifadeler kullanıldı:

“Bir programın uygulanması vaadiyle demokratik serbest seçimler sonucunda millet tarafından iktidara getirilen siyasi partilerin, siyasi iktidarı kullanma bağlamında siyasi icraatlarda bulunmaları tabiidir. Siyasi partilerin her türlü denetiminin nasıl, kimler ve hangi kurumlar tarafından yapılacağı ile iktidardan uzaklaştırılmalarına ilişkin hukuka uygun, meşru yol ve yöntemler de Anayasa ve yasalarda gösterilmiştir. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağına göre, meşru yollarla iş başına gelmiş bir siyasi iktidarın buradan uzaklaştırılması ancak ilgili kurallar çerçevesinde ve yetkisini Anayasa’dan alan kurumlar eliyle olabilecektir. Bu husustaki meşruiyet ve yetki çerçevesi Anayasa’dan, hukuka uygunluktan ve demokrasiden başka bir yerde, başka bir anlayışta aranmamalıdır. Hükümet, devletin siyasal iktidarının yürütme organı olup, onun ele geçirilip yok edilmesi veya çalışmasının engellenmesi durumunda devletin varlık ve güvenliği ile anayasal düzen büyük bir zarar görecektir.”

Sanıkların üzerine atılı “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Cebren Iskat veya Vazife Görmekten Cebren Men Etme” suçunun anlatıldığı gerekçede, “Esas itibariyle bu anlayış, bir kültür sorunu ve demokrasiyi özümseyip hazmedebilme meselesidir. Sadece günü geçtiğinde ceza yaptırımlarını uygulayarak veya hukuka aykırı davrandıkları sınırlı şekilde belirlenenleri ceza soruşturması ve kovuşturmasına tabi tutmak suretiyle meşru demokratik sistemin korunabilmesi mümkün olamaz.” değerlendirmesine yer verildi.

“Sayısal desteği kaybettiği için istifa etti” savunması

Türk Silahlı Kuvvetlerinin anayasal görevinin, prensip olarak harici tehditlere karşı yurt savunmasına hazırlanmak olduğu bildirilen gerekçede, “TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin, müsnet suç yönünden bir hukuka uygunluk nedeni olarak ve Batı Çalışma Grubu’nun kurulmasının dayanağı olarak kabulüne hukuki imkan bulunmamaktadır.” değerlendirmesinde bunuldu.

Gerekçede şu ifadeler kullanıldı:

“Somut olayda haklarında mahkumiyet kararı verilen sanıklar ve haklarında soruşturma devam eden diğer faillerin, fikir ve eylem birliği içinde ve bir organizasyon dahilinde atılı suçu işledikleri, hükümetin istifa ettirilmesiyle faillerin eylemleri arasında illiyet bağının bulunduğu, zira uyum içinde çalışan hükümet ortakları DYP ve RP’nin ortaklık protokolünde belirlenen zamandan önce başbakanlık değişimi için faillerin zararlı neticeyi doğuran elverişli hareketlerinin dışında bir neden bulunmadığı, dönüşümlü başbakanlık çerçevesinde Tansu Çiller başbakanlığında kurulacak yeni hükümete güvenoyu vereceğini 283 imza ile milletvekillerinin taahhüt etmeleri nedeniyle 54. hükümetin sayısal desteği kaybettiği için istifa ettiği yönündeki savunmalara itibar edilmemiştir.

Başbakan Yardımcısı katılan Tansu Çilller’in bu konudaki beyanı da göz önüne alındığında hükümet olmanın siyasi sorumluluğu ve ülkenin geleceği açısından istifa dilekçesinde bunun açıklanmamış olmasının neticeyi değiştirmeyeceği anlaşılmıştır.”

Önceden gizlice ittifak

Gerekçeli kararda “Cebir ve Şiddet Unsurlarına İlişkin Değerlendirme” başlığı altında, 4 Şubat 1997’de Sincan’da tankların yürütülmesi, 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısı sonrası yapılan basın bildirisi, 23-24 Ocak 1997’de Gölcük’te yapılan seminerle ilgili tanık Salim Dervişoğlu ve sanık Erol Özkasnak’ın beyanlarıyla 10-11 Haziran 1997’de Genelkurmay Başkanlığı karargahında yapılan brifinglere değinilerek, şu tespit ve değerlendirmelere yer verildi:

“Dava konusu olayda, hükümeti cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etme eylemini gerçekleştirmek üzere, bir kısım sanıkların önceden gizlice ittifak etmiş oldukları anlaşılmaktadır.

Bu ittifakın sağlanmasından sonra, amaç suçun 4 Şubat 1997 tarihinde tankların yürütülmesiyle icrasına başlanmasından zararlı netice olan 54. Cumhuriyet Hükümeti’nin başbakanının istifa etmek zorunda bırakılmasına kadar bir süreç halinde planlanıp tedricen uygulandığı, amaç suç bakımından öngörülen neticeye ulaşılmasını sağlayacak çalışmaların tamamlandığı, geriye sadece fiziki kuvvet kullanmaya bağlı maddi cebri içeren hareketlerin kaldığı anlaşılmaktadır.

Esasen yurt savunması ile görevli olan, sahip olduğu teşkilat, teçhizat ve personeliyle uluslararası alanda bile caydırıcı bir gücü bulunan, devlet düzeni dışındaki suç örgütlerinden gelecek saldırılara karşı iç güvenlik kapsamında emniyet ve asayişi sağlamakla görevlendirilen Türk Silahlı Kuvvetlerine mensup sanıkların kullanabilecekleri cebre karşı, icra organının mukavemet edebilme imkan ve kabiliyeti bulunmamaktadır.

Bu kapsamda; sanıklara yüklenen eylemin kanıtlanan şekliyle 765 sayılı TCK’nin 147. ve 5237 sayılı TCK’nin 312. maddelerinde düzenlenen suçları oluşturduğu neticesine varılmış, eylemlerinin neticeyi oluşturmaya elverişli olmadığı ve cebir, şiddet içermediğine ve hükümetin kendisinin rızası ile istifa ettiğine ilişkin olarak ileri sürülen savunmalara itibar edilmemiştir.”

Gerekçede, suçun eksik veya tam teşebbüs aşamasında kalmayıp, neticenin meydana gelmesi nedeniyle tamamlandığının mahkeme tarafında kabul edildiği bildirildi.

Gerekçeli kararda, suçun işlenişinde fiiliyle egemenlik kuran kimselerin müşterek fail olarak sorumlu tutulacağı vurgulanarak, “Somut olayda sadece 7 Nisan 1997 tarihli toplantıya katılıp görüş beyan eden sanıkların amaç suça iştirak iradelerinin bulunmadığı ve icrai hareketlere de katılmamaları nedeniyle eylemlerinin ittifak suçuna sonradan dahil olma niteliğinde bulunduğu mahkememizce kabul edilmiştir.” ifadelerine yer verildi.

28 Şubat kararlarının merkezi Gölcük

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığından gönderilen Genelkurmay 1997 yılı tarihçesinde, 22-24 Ocak 1997’de, Gölcük Donanma Komutanlığı’nda bir seminer yapıldığı, 24 Ocak 1997 Cuma günü Gölcük Donanma Komutanlığında genişletilmiş aylık komutanlar toplantısına Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, kuvvet komutanları, Jandarma Genel Komutanı, ordu komutanları, Harp Akademileri Komutanı, Donanma Komutanı, ilgili Genelkurmay J Başkanları, daire başkanları, Adli Müşavir ve ilgili personelin katıldığı kaydedildi.

Bu toplantıda, “İç Güvenlik Harekat Değerlendirmesi” hakkında Tuğgeneral Kenan Deniz, “Psikolojik Harekat Değerlendirmesi” hakkında Kurmay Albay Oğuz Kalelioğlu, “İç İstihbarat Değerlendirmesi” hakkında Tümgeneral Fevzi Türkeri’nin bilgi arzında bulundukları belirtilen kararda, resmi ve yasal program dışında başka şeyler görüşüldüğü de belirtildi.

Kararda, Gölcük Donanma Komutanı Salim Dervişoğlu’nun 13 Ocak 2001’de katıldığı bir televizyon programında yaptığı konuşmada, toplantıda “ülkedeki laiklik ihlali konusunda herkesin kendi görüşlerini söylediğini, memleketin içinde bulunduğu durum ve karşı karşıya bulunulan sıkıntıların görüşülüp istişare edildiğini, ‘Hareket tarzı ne olabilir?’ sorusunun sorulduğunu ve yasal ortamlar içinde bu konuların dile getirilmesinin kararlaştırıldığını” aktardığı ifade edildi.

Buna göre Dervişoğlu, katılan herkesin tamamen hemfikir olduğunu ve aynı teşhis üzerinde birleştiklerini, 28 Şubat kararlarının merkezinin Gölcük’te yapılan seminer ve toplantı olduğunu da söyledi.

Batı Çalışma Grubu oluşturulduğu dönemde Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri olan sanık Erol Özkasnak’ın da aynı programa telefonla katılarak meşru hükümetin kanunlara aykırı işlemler yaptığını, Cumhuriyetin temellerinin sarsılmak istendiğini söyledi. Özkasnak ayrıca her şeyin Genelkurmay Başkanının kontrolü ve komutasında cereyan ettiğini de bildirdi.

Dervişoğlu ve Özkasnak’ın, bir suç isnadı olmadan özgür bir ortamda bu beyanları paylaştığı belirtilen gerekçeli kararda, Gölcük’te yapılan toplantıda meydana gelen oluşumun, icra hareketleri başlamadan önce amaçlanan suçun işlenmesine ilişkin bir ittifakı içerdiği ve suçun hazırlık hareketi olduğu, gerçekleştirilen faaliyetlerin de 54. Hükümet’in cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etme suçunun icra hareketleri sayıldığı vurgulandı.

‘Karadayı BÇG’den habersiz olamaz’

Kararda, hakkında mahkumiyet kararı verilen eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın, Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurulduğu dönemde 1997’de Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptığı, BÇG’nin karargahta kurulmasından, belgelerinden ve faaliyetlerinden haberinin olmamasının düşünülemeyeceği belirtildi.

Sanığın, Genelkurmay Başkanı olarak 23-24 Ocak 1997’de Gölcük’te yapılan toplantıya katıldığı, Sincan’da tankların yürütülmesi eyleminin hükümete yönelik bir gözdağı şeklinde yorumlanması nedeniyle bu konuda dönemin Başbakanı’na ve Hükümete karşı Genelkurmay Başkanı’nın herhangi bir şekilde bilgi vermemesi, basında çıkan haberlerin doğru olmadığı yönünde bir açıklamasının olmaması nedenleriyle tankların yürümesi olayından bilgisinin olmadığının düşünülemeyeceği kaydedildi.

Sanıklardan Çevik Bir’in, BÇG’nin kurulması, faaliyetleri, brifingler, eylem planları ile ilgili tüm işlemlerin Genelkurmay Başkanı olan sanığın bilgisi dahilinde kurulduğunu ve faaliyet yürüttüğünü beyan ettiği hatırlatılan gerekçeli kararda, suç tarihinde adli müşavir olan sanık Muhittin Erdal Şenel’in de “BÇG’nin Genelkurmay Başkanı’nın talimatı olmadan kurulamayacağı” yönündeki beyanları aktarıldı.

Güven Erkaya’nın, “Genelkurmay Başkanı’na BÇG’nin kurulmasını kendisinin teklif ettiği ve onun da kabul ettiği” yönündeki beyanına da yer verilen gerekçeli kararda, sanığın kendi imzasını taşıyan “Batı Çalışma Grubu Bilgi İhtiyaçları” konulu belgenin bulunduğu vurgulandı.

Tüm sanık beyanları birlikte değerlendirildiğinde, sanığın BÇG’nin kurulması ve faaliyetleriyle ilgili bilgisinin olmadığı yönündeki tüm savunmalarına itibar edilemeyeceği belirtildi.

Gerekçeli kararda, “BÇG’nin kurulması ve devamındaki faaliyetlerin, Genelkurmay Karargahındaki ve bizzat Genelkurmay Başkanı’na bağlı karargahta, görevli başkanların katılımı veya personel görevlendirilmeleriyle yapıldığı, düzenlenen brifing ve toplantıların basına yansıdığı, brifingleri ülkede yaşayan herkesin duyduğu, dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın bundan haberdar olmayacağının düşünülemeyeceği” sonucuna varıldığı kaydedildi.

Genelkurmay karargahı içerisinde ayrı bir birim kurulduğu, bu birimin uzunca bir süre faaliyetine devam ettiği, personel görevlendirildiği, sürekli Genelkurmay’a tüm askeri birliklerden raporların geldiği anlatılan gerekçeli kararda, Genelkurmay’da görevli 2.Başkan Çevik Bir’in emriyle neredeyse tüm ülkedeki kamu kurumları, camiler, ticari kuruluşlar gibi birimlerde görev yapanlarla ilgili bilgi belge istendiği, bunların Genelkurmaya gönderilmesiyle ilgili özel bir yönerge çıkarılarak rapor sisteminin düzenlendiği ifade edildi.

Düzenli olarak haftalık toplantıların yapıldığı, toplantılara personel görevlendirilmesi hususlarından TSK’nın başındaki kişinin bilgisinin olmamasının düşünülemeyeceği belirtilen gerekçeli kararda, “Şayet bilgisi yoksa bu durumu öğrendiğinde ilgililer hakkında yasal işlem de başlatmaması hususu ve dosyaya yansıyan diğer bilgi ve belgeler bütün halinde değerlendirildiğinde sanığın savunmalarına itibar edilemeyeceği, 54. Hükümetin düşürülmesine yönelik tüm faaliyetlerden sanığın bilgisinin olduğu ve bu suça iştirak ettiği konusunda mahkememizde tam bir vicdani kanaate varılmıştır.” tespitleri yapıldı.

Sanık Çevik Bir’in eylemleri

Davada hakkında mahkumiyet kararı verilen sanıklardan Çevik Bir’in de suç tarihinde Genelkurmay 2. Başkanı olarak görev yaptığı, 23-24 Ocak 1997’de Gölcük’te yapılan toplantıya katıldığı, yine Sincan’da tankların yürütüldüğü dönemde görevinin başında olduğu ve tankların plansız yürütülmesinden önce bilgi sahibi olduğu belirtildi.

Gerekçeli kararda, sanığın 4 Nisan 1997 tarihli Çalışma Grubu Oluşturulması konulu, 6 Mayıs 1997 tarihli Batı Çalışma Grubu Batı Harekat
Konsepti konulu belgelerdeki imzaların kendisine ait olduğunu kabul ettiği, 29 Nisan 1997 tarihli Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi konulu belgenin ve eklerinin doğru olduğunu söylediği vurgulandı.

Sanık Çevik Bir’in ayrıca, 27 Mayıs 1997 tarihli BÇG Batı Eylem Planı’nın dağıtım gereği yerlerine gönderme yazısını kendisinin imzaladığını kabul ettiği aktarılan gerekçeli kararda, sanıkların eylemlerinin cebir ve şiddet içerikli olduğunun anlaşıldığı ve amaç suçu gerçekleştirmek kast ve iradesi ile hareket ettikleri belirtildi.

Gerekçeli kararda, Çevik Bir’in, BÇG’nin kurulmasından yapılan tüm faaliyetleriyle ilgili bilgi sahibi olduğu ve bizzat faaliyetlerin yapılması ve diğer teşkilat şemalarının kurulmasına kadar tüm işlemlerin sanığın emriyle yapıldığı aktarıldı.

Çevik Bir’in savunmasında, “BÇG’nin, hükümeti düşürmek için değil, Milli Güvenlik Kurulu’nun aldığı kararlar doğrultusunda MGK’nın emri ve Başbakanlığın ve Hükümetin kendilerine yazdığı yazılar doğrultusunda kurulduğunu” söylediği hatırlatıldı.

Gerekçeli kararda, ancak 28 Şubat MGK kararları ile ilgili alınan tavsiye kararları sonrasında 54. Hükümetin Bakanlar Kurulu tarafından TSK’ya kararların gereğinin yapılması konusunda herhangi bir yazı yazılmadığı, emir, direktif verilmediği, 14 Mart tarihli Başbakanlık genelgesi ile açık ve gizli bir görev verilmediği vurgulandı.

Kararda, bu konuyla ilgili bir kanun, tüzük, yönetmelik gibi bir düzenleme de yapılmadığı belirtilerek, “Sanık savunmasında Başbakanlığın ve hükümetin TSK’ya yazdığı yazıdan bahsetmiş ise de bu konuda yazılmış bir yazının olmadığı da anlaşılmıştır.” ifadesine yer verildi.

Gerekçeli kararda, “BÇG’nin suç tarihi itibarıyla mevcut Anayasa ve diğer kanunlarda öngörülen yasal bir dayanağının bulunmadığı, sanığın kendi görev ve yetkisi kapsamında ve askeri hizmete ilişkin bulunmayan, 54. Hükümeti düşürmek için kurulduğu, toplantıların amaç suçu gerçekleştirmek kastı ve iradesi ile icra edildiği, belgelerde de bu durumun açıkça yazdığı”na ilişkin tespit yapıldı.

Hükümet düştükten sonra gizlilik kalktı

Gerekçeli kararda, BÇG’nin faaliyetleri sonrasında, 54. hükümetin 18 Haziran 1997’de istifa etmek zorunda kalmasının ardından, BÇG’nin yazışmalarında ve mesaj formundaki gizlilik derecesinin “gizli”den “hizmete özel” gizlilik derecesine düşürüldüğü, 8 Mayıs 1997-16 Haziran 1997 tarihleri arasında yapılan 9 adet toplantının “BÇG” adı altında, hükümetin istifa ettirilmesinden sonra ise “İç Güvenlik Harekat Toplantısı” adı altında yapıldığına işaret edildi.

Gerekçeli kararda, sanık Çevik Bir’in, BÇG’nin faaliyetleri ve sonrasında 54. Hükümetin istifa ettirilmesi ile sonuçlanan sürece “postmodern darbe” sözünü bizzat kullandığı ve bu şekilde bu dönemi ifade ettiği de yer aldı.

Çetin Doğan’ın eylemleri

Mahkumiyet alan sanık Çetin Doğan’ın ise suç tarihinde, Korgeneral rütbesi ile Genelkurmay Harekat Başkanı olarak görev yaptığı belirtildi.

Gerekçeli kararda, sanığın, amaç suç yönünden görev bölümü olarak kendisine verilen Bakanlar Kurulu’nca, silahlı kuvvetlere 28 Şubat kararlarının uygulanması konusunda bir emir talimat olmamasına rağmen BÇG’nin kurulması ve faaliyetleriyle ilgili toplantılara katıldığı, BÇG’nin başkanı olarak aktif görev aldığı belirtildi.

Sanığın BÇG’nin tüm faaliyetlerden haberdar olduğu vurgulanan kararda, “Sanığın BÇG’nin Başbakanlık veya Bakanlar Kurulu tarafından verilen bir talimatla kurulmadığını bilmesine ve çalışma içeriğinin de hükümete düşürmeye yönelik olduğunu görmesine rağmen diğer sanıklarla iştirak iradesi içerisinde ve fikir ve eylem birliği içerisinde hareket ederek, atılı suça iştirak ettiği, brifinglere katkı sağladığı, irade beyan edebilecek ve karar alacak konumda bulunduğu, verilen emirlerin ve yapılan işlemlerin amaç suça yönelik olduğunun kendisi tarafından bilinebilecek durumda olduğu sonucuna varılmış, savunmasına itibar edilmeyerek mahkumiyetine karar verilmiştir.” değerlendirmesinde bulunuldu.

“Erbakan’a istifa etmesi için haber gönderdi”

Gerekçeli kararda, hakkında mahkumiyet kararı verilen dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri emekli Orgeneral Erol Özkasnak’ın, BÇG’nin oluşturulması için sanık Çetin Doğan ile resmi yazışmalar yaptığı ifade edildi.

Özkasnak’ın, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in başkanlığında 07 Nisan 1997’de yapılan “Hükümete muhtıra verilmesi, sıkıyönetim ilan edilmesi, hükümetin devamını önleyecek tedbirlerin” görüşüldüğü toplantıya katıldığı belirtilen gerekçeli kararda, Özkasnak’ın hükümet aleyhine yürütülen illegal faaliyetler kapsamında, yakınları aracılığıyla dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın istifa etmesi için haber gönderdiği aktarıldı.

Sanığın katıldığı bir televizyon programında, “Ben de bu faaliyetler içerisinde üzerime düşen rolü oynayan veya rol verilen bir kişiyim. Bu post-modern darbe, tereyağından kıl çeker gibi eski darbelere benzemeyen bir şekilde, hiç kan akıtmadan, hiç kimseyi üzmeden, gayet usulüne uygun bir şekilde demokratik uygulamalarla, MGK tarafından da benimsenerek, devletin başındaki en büyük insandan ilgili bakanlara kadar hepsi de dahil edilerek, hatta halkımızın ortak edilerek sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla, çok başarılı bir şekilde yürütülen bir süreçtir.” değerlendirmesini yaparak, 28 Şubat sürecinde rol aldığı ve bunu bir darbe olarak kabul ettiği vurgulandı.

Bu kapsamda Özkasnak’ın “54. Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçuna iştirak ettiği sonucuna varıldığı belirtilerek, sanığın cezalandırılmasına hükmedildiği ifade edildi.

Muhabir: Barış Kılıç-Serdar Açıl-Ferdi Türkten

https://www.aa.com.tr/tr/gunun-basliklari/28-subat-davasinin-gerekceli-karari-aciklandi/1194030