Türkiye İnsan Hakları Ve Eşitlik Kurumu Başkanı Süleyman Arslan’ın, Kurum Yapısı Ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Konusundaki Görev Ve Yetkileri Hakkında Sunumu ile ilgili Aysu Bankoğlunun konuşması




AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Güzeldi, güzeldi.
Şimdi, Sayın Başkan, tek tek anlatacağım ama gerçekten çok üzgünüm böyle bir sunumla karşılaştığım için. Sayın Sunat da söyledi ama sizin Kurumunuz bir sivil toplum kuruluşu değil, bir devlet kurumu. Görev tanımınız da kuruluş kanununuzda belirtilmiş. Bu kuruluş kanunu da KEFEK’ten Komisyondan geçmişti. 9’uncu maddesinde de geniş bir şekilde yetkileriniz tanımlanmış. Ayrımcılığı önlemekle, insan hakları ihlallerini resen incelemekle, işkence ve kötü muameleyle mücadele etmekle Kurumunuz görevli, başlıca görevleri bunlar ama Kurumunuzun yani yapılan çalıştaylarda, etkinliklerde bakıyorum, tabiri caizse Kurumunuzun içinde resmen kadının adı yok. Sanırım, sizin çalıştay konuşmasında bir ifadeniz var: “Kadın cinayeti diye özelleştirmeye gerek yoktur.” Değil mi? “Erkekler de cinayete kurban gidiyor.” diyorsunuz. Peki, şimdi, binlercesinin içinden bir örnek vermem gerekirse, Haziran 2020’de Merve Konukoğlu 20 yaşındayken Elâzığ’da annesiyle boşanan öz babası tarafından kendisiyle görüşmek istemediği bahanesiyle başından silahla vurularak öldürüldü. Şimdi, Kurumunuzun… Bu örnek üzerinden şunu sormak istiyorum: Öldürülen 20 yaşındaki kişinin adı Merve değil de Mehmet olsaydı sizce cinayetin işlenme ihtimali neydi? Ya da yine aynı sebepten, babanın değil de annenin elinde silahla oğlunun evine gitme ihtimali neydi? Sanırım, bu sorum aslında sunumunuzun da cevabı olacak ama biraz daha devam edeceğim.

Sürekli, yaşlı, engelli vatandaşlarımızdan ve bunlarla ilgili olan detaylı çalışmalarınızdan bahsediyorsunuz ama şiddete gelince kadından bahsetmekten tereddüt ediyorsunuz, bunun sebebi ne anlayamadım. “Aileyi koruyamayan bir toplum, kadını koruyamaz.” diyorsunuz. Peki, ailenin içinde olmayan kadın ne olacak? Şiddet gördüğünde onu koruma hakkınız yok mu?

Bütün sempozyumlarınızda ailenin korunmasından bahsediyorsunuz, ailenin korunması, ailenin korunması, hiçbirinde kadının adı yok. Yine, diyorsunuz ki: “Ailenin korunması, evrensel bir insan hakkıdır.” Değildir efendim. Bir kere ailenin korunması bir özgürlük değil bir politikadır. “Tüm kişi, kurum ve kuruluşlardan ve devletten ailenin korunmasını isteme hakkına sahiptir bir toplumu oluşturan kişi. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu ailenin korunmasını, insan haklarının genelini etkileyen en temel haklardan biri olarak değerlendirmektedir.” diyorsunuz ama aslında, başlıca temel haklar ailenin korunmasından ziyade yaşam hakkıdır, kişi dokunulmazlığıdır, özel hayatın gizliliğidir, güvenliğidir.

Yine, aile içinde şiddetten bahsediyorsunuz. Kadının adı yok dediğimiz, evli değilse… Mesela üniversite öğrencisi vardı, Pınar Gültekin, öldürülmüştü. Bu ne olacak? Dikkatinizi çekmiyor mu bu cinayetler?

Yine diyorsunuz ki: “Bugün, İstanbul Sözleşmesi’ne evrilen süreçte insan hakları bağlamında aile kurumunun ihmal edildiği görülmektedir.” İstanbul Sözleşmesi’nin hangi maddeleri aile kurumuna zarar veriyor ve neden veriyor? Peki, korumasız kalan kadının şiddete mecbur bırakıldığı bir aile yapısının topluma nasıl yarar sağlayacağını düşünüyorsunuz?

Yine diyorsunuz ki: “Kadın haklarının korunması için sağlıklı ve güçlü ailelere ihtiyaç vardır.” Kadının korunması için, Sayın Başkan, iyi yasalara, iyi uygulamalara ve güçlü bir dayanışmaya ihtiyaç vardır ama asıl ihtiyaç olan da siyasi iradedir değerli arkadaşlar.

Yine diyorsunuz ki -gerçekten şok içerisinde okudum- “Evlilik oranları azalırken boşanma oranları ve nikâhsız beraberlikler artmaktadır. İnsan fıtratına aykırı sapkın ilişkilerin belli çevreler tarafından kasıtlı şekilde meşrulaştırılmaya çalışılması aile kurumuna yönelik ana tehditler arasında yer almaktadır.” İnsan hakkıyla ilgilenmesi gereken bir kurumun boşanmayla ya da nikâhla ne alakası var, ben anlamadım. Yine de madem rahatsızsınız boşanmalardan, sebeplerine baktınız mı, acaba yüzde kaçı şiddetten bitmiş biliyor musunuz? Aileyi yıkan boşanmalar değil, aslında şiddetin ta kendisi Sayın Başkan. Verilere göre Türkiye’de boşanma oranı yüzde 25, Amerika’da yüzde 45, İngiltere’de yüzde 40, Avustralya’da yüzde 43. Demek ki gelişmişlikle, sağlıklı toplumla boşanma arasında bir ilişki yok. Üstelik yüzde 25’le Özbekistan, yüzde 14’le İran bize şunu düşündürüyor: Şiddete maruz kalan kadınların evliliğe mahkûm olduğu ülkelerde boşanma oranları aksine daha da azalıyor gibi geliyor. Demek ki boşanmayı engellemek yerine boşanma sebeplerine odaklanmak lazım ki bu da insan hakkıyla ilişkili olmadığından bana göre sizin görev tanımınızda değil.

Yine diyorsunuz ki: “Kadına yönelik şiddet veya erkeğe yönelik şiddet tanımlamalarıyla kadın veya erkekler arasında düşmanlık oluşturulmamalı; ailelerin parçalanmasına yol açılmamalı, cinsiyet ayrımcılığı tırmandırılmamalıdır.” Sunumunuzdan okuyorum. Peki, o zaman şu gerçeği göz ardı ediyorsunuz galiba Sayın Başkan: Bu ülkede kadınlar, erkekler tarafından şiddet görüyor, nokta. Dünya bununla mücadele ediyor.

BAŞKAN ÖZNUR ÇALIK – Teşekkür ediyoruz.

AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Bitiriyorum.

BAŞKAN ÖZNUR ÇALIK – “Nokta” deyince…

AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Kadının, hakkını savunması, erkek düşmanlığı değildir. Zira mücadelemiz erkeklerle değil, ataerkil bir toplum yapısıyla ve bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğine inanan zihniyetle ilintilidir, sizin sunumunuz da bu zihniyetin ne yazık ki bir örneği.

Yine -yani inanamıyorum- kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetle mücadelenin ön planda tutulduğu bir durumda, evde bulunan yetişkin erkek ve çocukların geride kalmasından bahsediyorsunuz. Bir hatırlatma yapacağım, bu ülkede hâlâ kız çocukları okula gönderilsin diye mücadele veriliyor Sayın Başkan. Böyle bir yerde nasıl korunuyorlar diye erkeklerin geride kaldığını savunabiliyorsunuz? Keşke az önce -dinlediniz de gerçi- Sayın Aile Bakanını dinleseydiniz, dinlediniz belki de anlamışsınızdır bunun yanlış olduğunu.

Demişsiniz ki: “Sadakatsizlik bir hak değil, bir insan hakları ihlalidir.” İnsan hakkından ne anlıyorsunuz, ben hakikaten anlamadım, bir insan hakkı ihlali varsa o da kadına yönelik şiddettir, kadına yönelik şiddet bir insan hakkı ihlalidir ve biz kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali olarak tanımlayan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma girişiminde bulunduk.

Son olarak…

BAŞKAN ÖZNUR ÇALIK – En son…

AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Son, son, bitiyor.

Siz de sorun bu soruyu çok merak ediyorum. “6284” diyor Sayın Başkan sunumda “Kanunun eksik ve kötü düzenlemeler ve uygulamalar içermesinden dolayı beklenenin aksine kadın cinayetlerini artırdığı araştırmalarla ortaya konmuştur.” Yani “6284 geldiğinden beri kadın cinayetlerinin oranı artmıştır.” diyor, ben buna yorum yapmıyorum, pes diyorum sadece.

SUZAN ŞAHİN (Hatay) – Hakikaten yani…

AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Ben anlamadım ya da inşallah yanlış anlamışımdır.

Diyorsunuz ki “İftiraya uğrayan kişiler hakkında uzaklaştırma kararı verilirken -erkeklerden bahsediyorsunuz sanırım- yani kadına şiddet uygulayan erkek uzaklaştırıldığında uzaklaştırma yerine konuk etme tedbiri düzenlenmelidir.” Yani “konuk etme” deyince dövmeyecek mi bu erkek? Bizim şiddet gösteren kimseyi konuk etmeye niyetimiz yok Sayın Başkan, sizin de lütfen olmasın.

“Uzlaşmacı mekanizmalar geliştirilmeli.” diyorsunuz. Az önce Sayın Bakan da söyledi, uzlaşmaya karşıyız, bunu kabul etmiyoruz, aile ara buluculuğu ailenin korunması değil, kadınların şiddete uğraması bir insan hakkı ihlalidir Sayın Başkan.

Bu sefer son, bunu da bilgilendirme amacıyla söylüyorum, hakikaten bilgilenelim.

BAŞKAN ÖZNUR ÇALIK – Aysu Hanım, nasıl bakıyorum size gördünüz mü?

AYSU BANKOĞLU (Bartın) – Çok teşekkür ederim, naziksiniz.

“Süresiz nafaka adil değil.” diyorsunuz. Şimdi, acaba biliyor musunuz erkekler de nafaka alabiliyor, sadece kadınlar almıyor? Bir araştırma yapılmış 2019’da, isterseniz sizinle paylaşırım, akademisyenlerin araştırması, yüzde 66’ya yakın bir dosya incelenmiş nafakayla ilgili ve 0 ve 500 TL arasında nafakaya hükmediliyor ve bu aralıktaki nafakaların ortalaması da 262 TL, tüm bu aralıklar için mahkemelerce verilen nafaka miktarının ortalamasıysa 370 TL. Süresiz nafakayla ilgileneceğinize, bence nafaka miktarlarının insanca yaşam düzeyinde olup olmadığıyla ilgilenin İnsan Hakları Kurumu olarak ve nafakaları ödememek için mal kaçıran erkeklerle ilgilenin diyorum.

Teşekkür ederim ve sizi tüm samimiyetimle istifaya davet ediyorum. Çok üzgünüm bu sunumu gördüğüm için.

Teşekkürler Sayın Başkan.

https://www5.tbmm.gov.tr/develop/owa/komisyon_tutanaklari.mv_goruntule?pTutanakId=42624

AB GENİŞLEMESİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

AB GENİŞLEMESİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

I.GİRİŞ

1952’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (“AKÇT”) kuruluş günlerinden itibaren, Avrupa entegrasyonu bir açık erişim modeli olarak tasarlanmıştır. En azından prensipte, her Avrupa Devletinin katılma hakkı vardır.1 Ve Avrupa Birliği (AB)2, vatandaşlarından yıllar boyunca1 aldığı biraz karışık eleştirilere rağmen,1 Henüz üyeleri arasında yer almayanlar.2 Bunun ana nedeni, hiç şüphesiz, AB’nin birincil misyonu olan, tarihi kayıtların varlığından bu yana düzenli olarak şiddetli çatışmalarla parçalanmış bir kıtaya barış ve refah34 getirme misyonunu başarmış olmasıdır. İlk başta yalnızca Batı Avrupa bundan faydalanabildi, ancak tam da Avrupa bütünleşmesinin bölgedeki barış ve refah üzerindeki etkisi hafife alınmaya başlandığında, misyonu tüm Avrupa’ya yayma zorluğu kendini gösterdi. Hepimizin bildiği gibi, AB bu arada 6 Batılı kurucu üyeden 28 mevcut üyeye ulaştı ve şu anda Avrupa’nın neredeyse tüm coğrafi alanını kapsıyor. Bir ülke daha, resmi bir katılım prosedürü olmadan arka kapıdan içeri sızmayı başardı.7 Yalnızca iki ülke, Norveç1 ve İsviçre2, katılıma karşı karar verdi ve yalnızca bir bölge, Grönland3, AB’den ayrılma kararı aldı.11 Hayır şu anda sekizden az ülke daha katılım hazırlığının çeşitli aşamalarındadır12 ve daha pek çoğu henüz başvurmaya karar verebilir.4 Bu nedenle, genişleme devam eden bir hikayedir ve AB haritası, genişlemeden önce birkaç kez daha yeniden çizilecektir. nihai sınırlar belirlenebilir. Aynı zamanda, katılım müzakerelerine ilişkin prosedür, zaman içinde büyük ölçüde değişmeden kalan çok yüzeysel terimlerle14 düzenlenmektedir. Yine de, prosedür pratikte önemli ölçüde gelişmiştir. Her zaman olduğu gibi, belirli bir konuda yasa yalnızca temel bir çerçeve sağladığında, yasayı uygulayanların takdir yetkisi büyük ölçüde artar. Konsey ve Komisyon, bu takdir yetkisini kullanmaktan çekinmemiştir. Bu makalenin amacı, bireysel Üye Devletlerin veya daha doğrusu bu Üye Devletlerin bireysel liderlerinin, Konsey’deki oybirliği şartı aracılığıyla, genişleme konusundaki görüşlerini ilk yıllarda nasıl empoze edebildiğini göstermektir.5 İkinci olarak, Üye Devletlerin sayısı arttıkça bu yetkinin belirgin şekilde Komisyona kaydığını göstermektedir. Yine de, Üye Devletlerdeki güçlü bireysel liderler, genişlemenin zaman çizelgesine ve koşullarına hâlâ damgasını vurabilir. Bugün o seçkin liderlerden daha az var gibi görünüyor. Üçüncüsü, sürmekte olan ve gelecekteki katılım müzakerelerinde takdir yetkisinin kullanılmasını öngörmeye çalışıyoruz. Bu amaçla, 20046 ve 2007’de7 katılan Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri (“Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri”) ile katılım müzakerelerinin nasıl yürütüldüğünü, Hırvatistan ile müzakereler için yaklaşımın nasıl ve neden değiştirildiğini ve stratejinin nasıl ve neden değiştirildiğini analiz ediyoruz. sonraki ülke grubu için zaten farklı.

“Avrupalı” terimi resmi olarak tanımlanmamıştır. Avrupa kimliğine katkıda bulunan coğrafi, tarihi ve kültürel unsurları birleştirir. Paylaşılan yakınlık, fikirler, değerler ve tarihsel etkileşim deneyimi basit bir formüle sığdırılamaz ve sonraki her nesil tarafından gözden geçirilmeye tabidir. Komisyon, hatları önümüzdeki yıllarda şekillenecek olan Avrupa Birliği’nin sınırlarını şimdi belirlemenin ne mümkün ne de uygun olduğuna inanıyor.

1995’E KADAR AB GENİŞLETMELERİ

A. Prosedür

Sözde Paris Antlaşması1 ve Roma Antlaşmaları2 Avrupa Topluluklarının altı kurucu üyesi, Fransa, Almanya, İtalya ve BeNeLux ülkeleri tarafından sırasıyla 1951 ve 1957’de imzalandı. O zamandan beri, ortalama olarak her 6-8 yılda bir olmak üzere yedi tur genişleme yaşandı. Katılım müzakerelerinin birkaç yıl sürdüğü göz önüne alındığında ve “[c]yeni üyelerin katılımdan sonraki ilk yıllarda -‘geçiş düzenlemeleri’ ve diğer esneklik mekanizmaları yoluyla- üyeliğe uyum sağlamaya devam ettiği düşünülürse, Birlik o zamandan bu yana neredeyse sürekli olarak ‘katılım öncesi’ durumdadır. 1973’te İngiltere, Danimarka ve İrlanda’da yapılacak ilk genişleme.”20
Tüm zaman boyunca, genişlemenin temel parametreleri neredeyse hiç değişmedi. Daha sonra Madde O olan ve şimdi Madde 49 TEU22 olan Roma Antlaşması’nın21 237. Maddesi uyarınca, ilgili bir ülke başvuru yaptığında prosedür başlatılır. Komisyon, Birliğin aday ülke ile müzakerelere başlamasının gerekip gerekmediğine dair gerekçeli görüşünü yazarak bir sonraki adımı atıyor. Avis adı verilen bu görüş, Bakanlar Kurulu’na hitabendir.

Belgenin niteliğinden de anlaşılacağı gibi, avis bir tavsiye görüşüdür ve Konsey üzerinde bağlayıcı değildir. Genel olarak, Konsey Komisyonu takip eder, ancak bazen, genellikle bariz siyasi sebeplerden dolayı takip etmez.3

Konsey oybirliğiyle bir aday ülke ile katılım müzakerelerini başlatmayı kabul ettiğinde, Komisyon asıl müzakerelerde başı çeker. Antlaşmalar bu müzakerelerin içeriği konusunda sessiz kaldığından, Konsey’den az çok sık ve ayrıntılı talimatlar alan Komisyon burada önemli bir takdir yetkisine sahiptir. Bu müzakereler sırasında perde arkasında neler olup bittiğine ve prosedürün zaman içinde nasıl geliştiğine biraz daha ışık tutmak bu makalenin ana hedeflerinden biridir.4 Komisyon, aday ülkenin kabul için hazır olduğuna ikna olduktan sonra, bu amaçla ikinci bir avis düzenler. Bazı karşılıklı hak ve yükümlülüklerin henüz tam olarak uygulanmadığı geçiş dönemleri de dahil olmak üzere AB ile aday ülke arasındaki anlaşmanın ayrıntıları, daha sonra bir Katılım Antlaşması’nda açıklanır. Antlaşma hazır olduğunda, “onay”5 için Avrupa Parlamentosu’na gider ve ardından Konsey, müzakerelerin sonuçlarını ve Katılım Antlaşması’nın imzalanmasını oybirliğiyle onaylayan başka bir oy kullanır. Bundan sonra Antlaşma, onaylanmak üzere Üye Devletlere ve aday ülkeye gider. Son olarak, tüm onaylar verilmiş ve tüm onaylar tamamlanmış olsa bile, Konsey, Katılım Antlaşması’nın kanun hükmünde olup olmayacağı ve ne zaman uygulanacağı konusunda nihai söz sahibidir.6 Bu nihai karar aynı zamanda resmi katılım tarihini de belirler.

Yeni bir Üye Devlet olarak kabul edilmeden önce bir aday ülke ile katılım müzakereleri temelde iki amaca hizmet eder. Bir yandan AB, aday ülkenin üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye “istekli ve muktedir” olmasını sağlamak istiyor. Uygulamada bu, aday ülkenin hukuk sistemini Birliğin topluluk müktesebatı olarak adlandırılan ortak kurallarıyla uyumlu olacak şekilde uyarlaması gerektiği anlamına gelir. kanunları olduğu gibi kabul etmek ve AB’nin her yeni ülke katıldığında zor kazanılan yasal ve düzenleyici ilerlemeyi yeniden müzakere etmeyeceğini. Bu nedenle günümüzde yaklaşık 160.000 sayfalık anlaşma, tüzük, direktif ve diğer hukuk kurallarının aday ülkelerin hukuk sistemine aktarılması gerekmektedir. AB, katılımdan önce çok daha fazla kaldıraç gücüne sahip olduğu için, temel olarak, aday ülkenin hukuk sistemindeki bu geniş kapsamlı reformların, devlet kabul edilmeden önce tamamlanması konusunda ısrar ediyor. Bugünlerde istekli ve yetenekli olmak, katılımdan sonra müktesebatın gerçek dünyada uygulanmasını sağlamak için, katılan ülkede çeşitli kurumsal yapıların değiştirilmesi veya oluşturulması gerekebileceği anlamına da gelmektedir.

Öte yandan, AB yeni Üye Devlet(ler)e yer açmak için kendi kurumsal yapılarını değiştirmek zorundadır. En önemlisi de bu, yeni ülkelere çeşitli kurumlarda tahsis edilecek sandalye ve oy sayılarının belirlenmesini içeriyor. Her genişleme, oy verme dinamiklerini ve kurumlardaki güç dağılımını değiştirdiği için, bu prosedür göründüğünden çok daha karmaşıktır. Ancak, aday ülke veya ülkelerin hazırlanması, o ülke ile katılım müzakerelerine tabidir. Kurumsal yapıların dahili revizyonu, aday ülkelerden sınırlı veya hiç girdi olmaksızın eski Üyeler tarafından yapılır.28 Bu süreç daha önce iyi tanımlanmıştır29 ve bu Maddenin odak noktası olmayacaktır.

B. Birinci Kuzey Genişlemesi: 1973’te Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık

Bakanlar Kurulu’nun bir aday ülke ile müzakerelerin açılıp açılmayacağına ve bir ülkenin üyelik için hızlandırılıp hızlandırılmayacağına ilişkin kararının siyasi bileşeni iyice yerleşmiştir. Daha da önemlisi Konsey, Komisyon’un yaptığı gibi tek bir Avrupa kurumu olarak konuşmuyor. Konsey, Üye Devletlerin ulusal çıkarlarını korumaya çalıştıkları yerdir. Günümüzde pek çok soru için çoğunluk oylaması mümkün olsa da, birkaç faktör, kararların nadiren daha büyük Üye Devletlerin herhangi birinin iradesine ve çıkarlarına aykırı olarak alınmasını sağlar: Birincisi, bütçe gibi bir dizi önemli konunun yanı sıra ilgili sorular antlaşma değişiklikleri veya genişleme, bugün bile oybirliğine tabidir. İkincisi, Konsey’de (nitelikli) çoğunluk oylamasının mümkün olduğu alanlarda bile konsensüs yoluyla karar alma yönünde açık bir tercih vardır. Üçüncüsü, Konsey oylamaya hazır olsa ve Üye Devletlerin tek veya küçük bir grubu reddedilme riskiyle karşı karşıya kalsa bile, kötü şöhretli Lüksemburg Uzlaşmasına başvurarak diğer Üye Devletlere konsensüs tercihini hatırlatabilirler.30 Mevcut bağlamda oybirliği şartı nedeniyle, bir aday ülke ile müzakerelerin açılıp açılmayacağına ve müzakerelerin bir anlaşma ile bitirilip bitirilmeyeceğine ilişkin karar nihai olarak her bir Üye Devletin ve onun siyasi liderliğinin elindedir ve kaldıraçlarını kullanmaktan çekinmediler.
Genişlemeye yönelik ilk girişimler bu noktada bir örnek teşkil ediyor.31 Yenilikçi ulus-üstü unsurlarıyla Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) 1951’de oluşturulduğunda, Britanya’nın konumu hâlâ “İngiliz egemenliğinin hiçbir zerresinin” müzakere edilemeyeceği yönündeydi. 32 Bu nedenle Birleşik Krallık, yalnızca güvenlik ve ticaret için hükümetler arası işbirliği istiyordu. Britanya, Avrupa’ya odaklanmak yerine geleceğini ABD ile olan “özel ilişkisinde” ve Commonwealth’teki mevcut ve eski kolonilerle tercihli ticaret anlaşmalarında gördü. Bununla birlikte, 1950’lerin sonunda, İngiliz ekonomisinin ek teşvike ihtiyacı olduğu giderek daha açık hale geldi. 1950’den 1958’e kadar Birleşik Krallık ekonomisi yalnızca yıllık ortalama %2,7 büyüdü. Buna karşılık, Almanya ekonomisi aynı dönemde yıllık ortalama %7,8 oranında büyümüştü ve 1958’de Almanya, Avrupa’nın ihracat şampiyonu olarak İngiltere’yi geçmişti.1 %5,8 ile İtalya ve %4,6 ile Fransa bile sürekli olarak daha iyi performans göstermişti. Avrupa’nın eski endüstriyel gücü.2 İngiltere geride kalma riskiyle karşı karşıyaydı. Bu nedenle, İngiltere artık Avrupa’da daha yakın bağlar istiyordu, ancak yine de Konsey’de çoğunluk oylama potansiyeli ve Adalet Divanı’nın bağlayıcı kararları ile yetkinin Avrupa kurumlarına devredilmesine direndi. AKÇT ülkeleri Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Anlaşmasını müzakere ederken bile, Birleşik Krallık alternatif olarak bir Batı Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi önerdi.3 İngiltere “iç altı”nın AET veya Ortak ile ilerlemesini engelleyemeyince Pazar—kalan “dış yedi”yi Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nde (“EFTA”)4 topladı; bu, kararların oybirliğiyle alındığı ve kontrol edilemeyen hiçbir teknokrat komisyonunun ulusal egemenliğe meydan okumaya çalışamayacağı ve faiz.
İngiliz kararsızlığı veya daha doğrusu, Avrupa entegrasyonunun ortak hedefleri için Brüksel’e sınırlı egemenlik devrini kabul etmeye istekli olan Avrupa yanlısı liderler ile Britanya’nın dışarıda daha iyi durumda olduğuna inanan Avrupa şüphecileri arasındaki sürekli çekişme. Avrupa Birliği,5 o zamandan beri Birleşik Krallık’ın “Kıta” ile ilişkisinin ayırt edici özelliği olmuştur. EFTA’yı kurduktan bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra ve Ortak Pazar, bunun ekonomik açıdan üstün bir entegrasyon modeli olduğunu gerçekten gösteremeden38, İngiltere, Ağustos 1961’de AET’ye üyelik için resmen başvurdu. 14 Ocak 1963’te Fransa Cumhurbaşkanı de Gaulle İngiltere’nin katılımını fiilen veto etti.39
Andrew Moravcsik, de Gaulle’ün vetosunun temel olarak ekonomik kaygılardan, yani uyumsuz İngiliz tarım sektörünü destekleme modelinden ve İngiliz Milletler Topluluğu ortakları, özellikle Avustralya, Kanada gibi nispeten gelişmiş ekonomiler için tercihli ticaret hakları konusundaki ısrarından kaynaklandığını savunurken ve Yeni Zelanda,40 bu, de Gaulle’ün anıları ve biyografi yazarları tarafından doğrulanmamaktadır. Elbette İngiliz Milletler Topluluğu bağları ve Britanya’nın gelişmekte olan OTP’ye daha iyi ve nihayetinde çok daha ucuz bir alternatif sunacağı tarım konusundaki anlaşmazlık yardımcı olmadı.41 Ve bunlar, Britanya’nın “istekli ve istekli” olup olmadığı sorusu olarak düşünülebilir. üyeliğin koşullarını kabul edebilen”, de Gaulle’ün ana motivasyonlarının siyasi olduğu şüphe götürmez. dünyanın diğer bölgeleri.2 De Gaulle, Fransa’yı küresel bir güç olarak yeniden kurma arzusuyla hareket ediyordu. Avrupa vizyonu, Fransa’nın önderliğindeki bir Ulus Devletlerin Avrupa’sından biriydi.3 Paul-Henri Spaak (Belçika), Josef Luns (Hollanda) ve Ludwig Erhard (Almanya) gibi “Atlantikçilere” içerliyordu. Batı Avrupa’yı Amerika’ya sıkı sıkıya bağlama ve onu Sovyet emperyalizmine karşı NATO aracılığıyla savunma arzusu. Birleşik Krallık’tan ABD’yi Avrupa Ortak Pazarına getirecek olan “Truva Atı” olarak söz etti.4 İkincisi, de Gaulle, genişlemeyle kaçınılmaz olarak gördüğü AET üzerindeki Fransız etkisinin azalmasını istemiyordu. Biyografi yazarı, 16 Aralık 1962’de İngiltere Başbakanı Macmillan ve Fransa Başbakanı Pompidou’nun önünde “General, Ortak Pazar’ın olduğu gibi kalması gerektiğinde ısrar etti. . . . Britanya’nın katılımı, diğer ülkelerin örgütün doğasını değiştirerek katılmaya çalışmasına yol açacaktı.”5 14 Ocak 1963’te de Gaulle, sorunun Britanya’nın üyelik koşullarını yerine getirip getirmediği meselesi olmadığını daha da netleştirerek, yardımcıları “Britanya hayattayken Ortak Pazar’a girmeyecek” dedi.6 İngiltere’de yeni bir Başbakan olan Harold Wilson, 1967’de Birleşik Krallık’ı AET’ye sokmak için ikinci bir girişimde bulunduğunda sözünü yerine getirdi. De Gaulle’ün biyografi yazarı kelimesi kelimesine şöyle yazıyor: “[1967] yazının başlarında, . . .Harold Wilson, Britanya’nın Ortak Pazar’a girme teklifini yeniledi, ancak Birleşik Krallık’ı kıtayı yıkmak için Washington’la sıraya girmekle suçlamak için zaten bir basın toplantısı kullanmış olan General [de Gaulle] ile hiçbir yere varamadı.”7 Ancak de Gaulle’den sonra nihayet 28 Nisan 1969’da 79 yaşında istifa etti, İngiltere’nin AET’ye üçüncü bir üyelik teklifinin yolu açıldı ve Britanya’nın katılımı Ocak 1973’e kadar sürdü, aslında de Gaulle hayattayken değil. Danimarka ve İrlanda yürürlüğe girecek.8

C. Güney Genişlemeleri: 1981’de Yunanistan, 1986’da Portekiz ve İspanya

Altı Üye Devletten dokuza zar zor genişleyen AK, birkaç cephede krizlerle uğraşmak zorunda kaldı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Japonya ile büyük ticaret açıkları oluşturduktan sonra, 15 Ağustos 1971’de doların altına dönüştürülebilirliğini sona erdirdi. Daha sonra, dolar Avrupa para birimleri karşısında düşmeye devam etti, ancak aynı zamanda Avrupa para birimleri arasındaki gerilimi açığa çıkardı ve sonuçta yıkıcı oldu. bir tür para birliği için erken planlar. İkinci bir dış şok, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’ndeki (OPEC) Arap ülkelerinin, Ekim 1973’teki Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ABD ve birkaç Avrupa ülkesine ambargo uygulamasıyla eklendi. 1967 Altı Gün Savaşı’nda kaybedilen bölgeleri geri almak. Birkaç gün içinde, Avrupa pazarlarında petrol fiyatı dört katına çıktı ve 1973’teki ilk petrol krizi, dokuz AK Üye Devletinin dış politika öncelikleri arasındaki temel ayrılığı hızla ortaya çıkardı.

Bu nedenle, 1974’ün sonunda, Ekim 1972 Paris zirvesinin, 1970’lerin sonuna kadar [para birliği dahil] bir Avrupa Birliği’ne ulaşmaya yönelik büyük tasarımı, biraz hırpalanmış görünüyordu.1
Avrupa bütünleşmesinin derinleşmesinin beklemeye alınmasıyla birlikte, kısa sürede genişleme fırsatı kendini gösterdi. Yunanistan Temmuz 1974’te askeri diktatörlükten demokrasiye döndü ve bir yıl içinde AT’ye tam üyelik için başvurdu. 1961’den beri ortak bir ülkeydi ve o zaman bile Ortaklık Anlaşması tam üyelik olasılığına işaret etmişti.2 Ne var ki, Nisan 1967 askeri darbesinden sonra üyelik müzakerelerinde her türlü ilerleme askıya alındı.
2. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İspanya ve Portekiz, savaş sonrası dönemde köklü reformlardan geçmediler. Faşist diktatör yöneticiler altında kaldılar ve ekonomileri ve yaşam standartları gelişmekte olan ülkeler düzeyinde kaldı. Demokrasi, AB üyeliğinin gerekliliklerinden biri olduğu için, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Portekiz ve İspanya’yı Avrupa bütünleşme sürecinden dışlamak kolaydı. İspanya’nın 1962’de yaptığı ilk başvuruya resmi bir yanıt gelmedi, ancak bu ülkede demokrasi ve özgürlüğün olmadığı tartışmasını tetikledi. 1964’teki ikinci bir yaklaşım, en azından bir tercihli ticaret anlaşmasının müzakere edilmesine ve onaylanmasına yol açtı.3 Üçüncü girişim, General Franco’nun 1975’teki ölümünün ardından geldi. Aynı zamanda, Portekiz nihayet 1974 Karanfil Devrimi ile diktatörlüğü devirdi. 1975’te ilk demokratik seçimlerini yaptı.
Kısa bir süre içinde AK, önemli bir Güney Genişlemesi için üç başvuru aldı. Dördüncü bir ülke olan Türkiye, 19624’te holding düzenine alınmış, ancak 1995’te de katılım sözü verilmişti. Avrupa Parlamentosu’na sunulan bir raporda, başvurular şöyle anlatılmıştı: 12 Haziran 1975’te Yunanlılar AET’ye tam üyelik için resmi başvuru. Bu başvuru, ekonomik nedenlerden çok siyasi nedenlerle olumlu karşılandı ve şu anda müzakereler devam ediyor. 28 Mart 1977’de Portekiz, AET üyeliği için resmi başvuruda bulundu; . . . . Portekiz ekonomisinin AET üyeliğinin getireceği baskılara dayanma kabiliyetine ilişkin şüpheler dile getirilse de, esas olarak siyasi nedenlerle bu başvuru, Topluluğun mevcut üyeleri tarafından genel olarak memnuniyetle karşılandı.
AET ile Türkiye arasında 1962’de imzalanan Ortaklık Anlaşması, 1995’te nihai tam üyeliği öngörüyor. . .
İspanyol hükümeti [28 Temmuz 1977’de resmi bir başvuruda bulundu].5
Hızlı entegrasyonun, bebek demokrasileri güçlendirmek için oldukça arzu edilir olacağı argümanı, üç ve belki de dört aday ülkede de eşit derecede geçerli olmalıydı. Nitekim İspanya’da demokrasi, Şubat 1981’de neredeyse bir askeri darbenin kurbanı olacaktı.6 Ancak Yunanistan ile müzakereler, Portekiz ve İspanya ile müzakerelerden çok daha hızlıydı ve Türkiye 23 yıldır gündeme bile gelmiyordu. Bunun sadece kısmen nesnel kriterler ve koşullarla ilgili sorunlardan kaynaklandığını göstermeye çalışacağız.
Komisyon, Yunanistan’ın başvurusuna sıcak bakmadı.7 Bir yandan Komisyon, katılım müzakerelerinin açılmasını tavsiye etti. Öte yandan Komisyon, Yunanistan’ın özellikle ekonomisini büyüterek ve çeşitli kurumsal ve yapısal reformlar yaparak kendisini üyeliğe hazırlamak için mali yardım alacağı bir katılım öncesi dönem önerdi. Ayrıca Komisyon, katılımdan sonra çeşitli geçiş dönemleri öngördü.8 Yunanistan, Yunanistan’ın katılımını süresiz olarak geciktirme girişimi olarak görülen Komisyonun uyarıcı tavsiyelerinden memnun değildi.9 Komisyon ayrıca Yunanistan ve Türkiye’nin “bir anlaşma” bulmasını önerdi. farklılıklarına adil ve kalıcı bir çözüm”10 diyen Yunanlılar, Komisyonun yetkileri dışındaki siyasi müdahalelerden şikayet ettiler.11
Belirleyici Konsey toplantısı, fikir birliği ile karar alma konusunda bir ders sağlar. Konsey, Komisyon12 tarafından önerilen yenilikçi strateji üzerinde oybirliğiyle anlaşamadı ve hiçbir Üye Devlet hükümeti Yunanistan’ın katılımına karşı çıkan taraf olarak görülmek istemediği için, varsayılan modele geri döndü ve oybirliğiyle13 katılım müzakerelerini gecikmeden başlatmaya karar verdi. Bununla birlikte, sonunda “iyi komşuluk” kriteri haline gelen kriter, Yunanistan’ın Türkiye’nin katılımını daha sonraki bir aşamada engellememek zorunda kalacağı noktaya kadar, prosedürde sabit bir unsur olarak kaldı.14 Yunanistan ile müzakereler 27 Temmuz 1976’da başlatıldı. Müzakerelerin yarısında Portekiz ve İspanya başvurdu. Özellikle İspanya, çok daha geniş bir tarım sektörü ile AB’ye o kadar kolay sindirilmeyecekti.15

Özellikle İspanya ile ilgili sorun, yalnızca İspanyol çiftçileri OTP’ye dahil etmenin maliyeti değildi. Fransa ve daha az ölçüde İtalya ve Yunanistan, sebze, meyve, zeytinyağı ve diğer Akdeniz tarım ürünleri pazarlarındaki rekabetten korkuyorlardı.1 İspanyol üreticiler, ürünlerini mevsimde daha erken getirmelerine olanak tanıyan bir iklim avantajına sahipler. kuzey pazarlarına. Üretim maliyetleri, dolayısıyla tarım ürünlerinin fiyatları da AT’dekinden önemli ölçüde daha düşüktü. Sonuç olarak, İspanya’dan daha olgun, daha lezzetli ve daha ucuz meyve ve sebzeler ilkbaharda Fransa’ya ve diğer kuzey ülkelerine geliyor ve yerel çiftçileri büyük hayal kırıklığına uğratacak şekilde yerel ürünlerin yerini yaza kadar devam ediyor.2 İspanya, balıkçılık kotalarının bölünmesiydi. O zamanki İspanyol balıkçı filosu, AB’nin tüm balıkçılık filosundan daha büyüktü.3 Katılım, normalde İspanyol balıkçıların, İngiliz, Hollandalı, İrlandalı ve diğer balıkçılarla rekabet halinde, Kuzey Denizi’ndeki ortak balıkçılık alanlarına girmelerini sağlamalıydı. . Bu etkiye aracılık etmek için özellikle Fransa, İspanya ve Portekiz’in girişini geciktirme politikası izledi. Yunanistan nihayetinde Güney Genişleme paketinin “küreselleşmesinden” kaçınmayı başardı ve 28 Mayıs 1979’da Katılım Antlaşması’nın imzalanmasıyla ilerledi. müktesebatın Yunanistan tarafından uygulanmasının yanı sıra 1987 yılı sonuna kadar Yunan işçilerinin ve domateslerin eski Üye Devletlere serbest dolaşımına kısıtlamalar getirildi.4
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik sıkı bir yarışa kapılan Başkan Valéry Giscard d’Estaing, fiilen İberya’nın genişlemesini Birleşik Krallık ile AB bütçe müzakerelerinin rehinesi haline getirdi. Haziran 1984’te Fontainebleau, Portekiz ve İspanya’nın 1986’da birleşmesi için yol açık görünüyordu. Son dakikada Yunanistan, Akdeniz tarım ürünlerinin satışlarında beklenen kaybı telafi etmek için katılım anlaşmalarının onaylanmasında oybirliği ihtiyacını kullandı. İspanyol rekabetine.6 1986’daki katılımdan sonra bile İspanya’ya, tarım ürünleri için iç pazara tam erişimi olmadan önce yedi yıllık ve bazı ürünler için on yıllık bir geçiş dönemi verildi.

D. EFTA Genişlemesi: 1995’te Avusturya, Finlandiya ve İsveç


1992 yılı sonunda İç Pazar’ın tamamlanması, AB’yi bir sonraki ekonomik entegrasyon düzeyine yükseltti ve Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nde (EFTA) kalan ülkelerle aradaki farkı genişletti. Bu ülkelerde İç Pazar’ın dışarıdan gelenlerin girişine yüksek engellerin olduğu bir “Avrupa Kalesi”1 haline geleceğine dair korkuları hafifletmek için AB, yalnızca mal ticareti için değil karşılıklı erişim sağlamak için EFTA komşularıyla Avrupa Ekonomik Alanı (AÇA) Anlaşması müzakere etti. ancak tüm üretim faktörlerinin yanı sıra yasaların bir düzeyde uyumlaştırılması için.2 Birçok yönden, AÇA, AB’ye tam üyeliğin neredeyse tüm yükümlülüklerini ve hakların çoğunu sağladı, ancak önemli erişime sahip olmadan AB’deki kurumlar ve karar alma prosedürleri. AÇA üyeleri, bu yasanın yapımında söz ve oy hakkı olmaksızın AB yasalarının çoğunu uygulamak zorunda kalacaklardı.3 Bu nedenle, bunu alternatif olarak isteyen EFTA hükümetleri arasında bile özellikle popüler bir anlaşma değildi. bariz egemenlik devirleri olmaksızın üyelik.4 Bununla birlikte, kurumsal üyelik olmaksızın bile, EAA Anlaşması İsviçreli seçmenler için çok ileri gitti ve 6 Aralık 1992’de yapılan bir referandumda reddedildi. İsviçre, EAA’nın arkasındaki itici güçtü ve birçok yönden Anlaşma, diğer EFTA ülkelerinden daha çok İsviçre’nin ihtiyaçlarına göre tasarlandı. İsviçre üyeliği olmadan, EAA çekiciliğini daha da kaybetti. Aynı zamanda, Maastricht Antlaşması’ndaki AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nın (CFSP) tasarımı, tarafsız ülkelerin üyeliğine izin verecek kadar esnek hale geldi. Son olarak, demir perdenin düşmesi, Avusturya5 ve Finlandiya’nın uluslararası ilişkilerine getirilen bazı kısıtlamaları sona erdirdi.6 Bütün bunlar, Avusturya, Finlandiya, Norveç ve İsveç’i AB’ye tam üyelik arayışına sevk etti.
AB için bu sevindirici bir gelişmeydi. EFTA ortakları, özellikle 1981 ve 1986’daki Güney Genişleme ülkeleri ve Orta ve Doğu Avrupa’daki müstakbel adaylarla karşılaştırıldığında, istikrarlı demokrasiler, güvenilir ticaret ortakları ve hepsinden önemlisi nispeten zengin olarak biliniyordu. AB fonlarının net alıcısı olmak. Müzakereler Şubat 1993’te başladı ve bir yıldan biraz fazla bir süre sonra sonuçlandı. Katılım Antlaşmaları, 24 Haziran 1994’te Korfu’daki Avrupa Konseyi toplantısında imzalandı. Ancak bu zamana kadar, aday ülkelerdeki insanlar arasında katılım artık pek popüler değildi. Bu nedenle, gerekli referandumlar, ortakların ivme kazanmaya çalışacakları şekilde sahnelendi. Avusturya 12 Haziran 1994’te birinci oldu ve üyelik için halk oylarının %66.4’ünü aldı.7 Finlandiya 16 Ekim 1994’te ikinci oldu ve yine de %56.9 gibi hatırı sayılır bir destek aldı. Sonra İsveç geldi. İsveç’teki ulusal tartışma özellikle şiddetli geçmişti ve hükümet, İsveç çıkarlarını satmakla suçlanmıştı. Bununla birlikte, 13 Kasım 1994’te İsveçlilerin %52’si AB üyeliği lehinde oy kullandı. Bu oldukça sınırlı sonuç, İsveç için yeterliydi, ancak Norveç’teki şüphecileri etkilemedi. 28 Kasım 1994’te Norveçlilerin %52,5’i AB üyeliğine karşı oy kullandı ve ülke ikinci kez katılım anlaşmasını geri çekmek zorunda kaldı.

BÜYÜK DOĞU GENİŞLEMESİ 2004–2007


AB henüz EFTA grubunun katılımını tamamlarken, Demir Perde’nin yıkılması ve Orta ve Doğu Avrupa’daki reformlar şimdiden bir dizi ek üyelik başvurusuna yol açmıştı.1 Böylece, AB’nin almak zorunda olduğu açıktı. Birincisi, Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinin (ODAÜ) katılımını planlayıp planlamama ve ikincisi, Batı Avrupa devletlerinden hâlâ çok farklı olan ülkelerin nasıl entegre edileceği. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri 2. Dünya Savaşı sonrası aynı tarihi paylaşmadılar, istikrarlı ve işleyen demokrasileri yoktu, piyasa ekonomisi konusunda sınırlı deneyimleri vardı ve hatta insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğü konusunda daha az deneyimleri vardı.80
Gorbaçov’un 1986’da Glasnost (açıklık) ve Perestroyka’ya (yeniden yapılanma) yönelik politika değişikliğinden önce, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile çok az teması ve deneyimi vardı. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa uydu devletleri COMECON veya CMEA ile kendi entegre pazarını yaratmıştı.81 AB ve CMEA’nın doğrudan ilişkileri yoktu, yalnızca üye hükümetleri aracılığıyla dolaylı ilişkileri vardı. CMEA ülkeleri de GATT üyesi olmadığından ve bu nedenle Batı’ya (endüstriyel) ihracatlarında yüksek ithalat vergilerine ve sık sık anti-damping prosedürlerine tabi olduklarından, iki blok arasındaki ticaret sınırlıydı. Gorbaçov’un politika değişikliğinin nedenleri hiçbir zaman tam olarak net olmayacak. Muhtemelen, özellikle Reagan’ın 1979’da silahlanma yarışını hızlandırmasından ve Sovyetler Birliği’nin giderek daha geride kalmasından sonra, Batı’ya daha iyi ayak uydurmak için sosyalist ekonomilerin verimliliğini artırmak istiyordu.
Ancak, Sovyet liderinin Aralık 1988’de BM’de yaptığı dönüm noktası niteliğindeki bir konuşmanın ardından,82 Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki Sovyet kontrolü hızla dağıldı ve Polonya,83 Macaristan,84 Doğu Almanya,2 Çekoslovakya,3 Bulgaristan4 ve Romanya5’teki Komünist rejimlerin tümü düştü. 1989-1990’da aylar arayla. Bir zamanların kudretli Sovyetler Birliği bile 1991’in sonunda ortadan kalktı ve üç Baltık Devleti ile diğer on bir ülkenin bağımsızlığını tetikledi.

Bağımsızlığını yeni kazanmış Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile tamamen yeni ilişkilerin resmileştirilmesinde ilk adım olarak AB, ikili bazda Ticaret ve İşbirliği Anlaşmaları teklif etti. 1992 İç Pazar programının başarısı için hala bir destek dalgasını sürdüren AB Komisyonu Başkanı Jacques Delors, Batılı sanayileşmiş ülkelerden (G24) ODA ülkelerine yapılan yardımı koordine ederek AB Komisyonu için öncü bir rol üstlendi. Bu, AB’nin PHARE programının (Pologne-Hongrie Assistance à la Restructuration des Économies)89 ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın kurulmasına yol açtı.
Londra’da Geliştirme (“EBRD”).1 Orta ve Doğu Avrupa’daki geçişi desteklemek için Batılı uzmanların büyük miktarlarda para ve sayısız seyahat yapmasına rağmen, sonuçlar biraz karışıktı.2
Başından itibaren bu yaklaşım, AT’nin yardım ve nihayetinde katılım için koşulları belirlediği asimetrik bir ilişki kurdu. . . . [Ayrıca] yardıma odaklanma, geçişin ağırlıklı olarak teknik bir sorun olarak algılandığını, uzmanlık ve mali kaynakların transferi yoluyla çözülebileceğini ortaya çıkardı.3
Bununla birlikte AB, giderek artan bir şekilde, kırk yılı aşkın sosyalizmin yalnızca ekonomileri değil aynı zamanda Orta ve Doğu Avrupa’da işlerin yapılma ya da yapılmama şeklini de deforme ettiğini fark etti. Sovyet merkezi planlama ve komuta ekonomisi, uydu devletlerdeki politikacıların ve yöneticilerin çoğunluğu arasında her zaman popüler değildi. Zamanla, tekrarlanan beş yıllık planların hedeflerini sırtlarını kırmadan karşılamayı, yani bu hedeflere ille de gerçekte değil kağıt üzerinde ulaşmayı öğrendiler.4 Bu beceri, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Avrupa’nın reform baskısıyla karşı karşıya kaldığı için şimdi çok işe yaradı. AB Brüksel, bölgede başarılı reformların kaçınılmaz olduğunu5 ancak aynı zamanda tutarlı bir uzun vadeli strateji gerektireceğini anlayınca, yeni bir politika, gerçek bir katılım öncesi strateji geliştirmeye başladı. Böylece, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile daha yakın ilişkilerin geliştirilmesinde bir sonraki adım olarak AB, bir dizi ortaklık anlaşması müzakere etti. “Avrupa Anlaşmaları”6 olarak adlandırılmalarına ve bu nedenle en azından potansiyel olarak “normal” ortaklık anlaşmalarından farklı olmalarına rağmen, bunlar mallar ve daha az ölçüde diğer üretim faktörleri (hizmetler, kuruluş ve sermaye) için pazar erişiminin kademeli olarak açılmasına odaklandılar. . İşçilerin serbest dolaşımı sağlanmamıştı, yalnızca halihazırda AB’de yasal olarak istihdam edilmiş olan ve bunun tersi olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen vatandaşlara ayrımcı olmayan muamele sağlandı. Diğer ortaklık anlaşmalarında olduğu gibi, Ortaklık Konseyleri, Anlaşmalar kapsamına giren belirli konularda ortak karar alma organları olarak oluşturulmuştur.7 Ancak, Avrupa
Anlaşmalar, tam üyeliğin olup olmadığı ve nasıl olduğu konusunda hâlâ kasıtlı olarak muğlaktı.8 Gordion düğümü, Avrupa Konseyi’nin Haziran 1993’te Kopenhag’daki toplantısında kesildi. On ikilinin devlet ve hükümet başkanları şu şekilde karar verdiler:
Avrupa Konseyi bugün, Orta ve Doğu Avrupa’daki ilgili ülkelerin arzu edenlerin Avrupa Birliği’ne üye olmaları konusunda anlaşmaya vardı. Ortak bir ülke gerekli ekonomik ve siyasi koşulları yerine getirerek üyeliğin yükümlülüklerini üstlenebildiği anda katılım gerçekleşecektir.
Üyelik, aday ülkenin demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasını garanti eden kurumların istikrarını, işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını ve aynı zamanda kendi içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleriyle başa çıkma kapasitesini elde etmiş olmasını gerektirir. Birlik Üyelik, adayın siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına bağlılık da dahil olmak üzere üyeliğin yükümlülüklerini üstlenme becerisini gerektirir.
Birliğin, Avrupa entegrasyonundaki ivmeyi korurken yeni üyeleri özümseme kapasitesi, hem Birliğin hem de aday ülkelerin genel çıkarları açısından da önemli bir husustur.1

Bu görevlendirme uyarınca Komisyon, Temmuz 1994’te “Avrupa Anlaşmaları ve Ötesi: Orta Avrupa Ülkelerini Katılıma Hazırlama Stratejisi”ni1 ve ardından “Orta ve Doğu Avrupa’nın İlişkili Ülkelerinin Hazırlanmasına İlişkin Beyaz Kitap”ı geliştirdi. Mayıs 1995’te Birliğin İç Pazarına Entegrasyon için”.2 Ardından, genişleme ve derinleşmenin karşılıklı bağımlılığını ele alan Temmuz 19973 tarihli daha da kapsamlı “Daha Güçlü ve Daha Geniş Bir Birlik için Gündem 2000” geldi. Adım adım, bu, katılımı bir prosedürden tam teşekküllü bir genişleme politikasına götürdü.
İçeride AB, karar alma prosedürlerinde çok sayıda düzenleme yaparak tarihinin en büyük ve en zorlu genişlemesine hazırlanmak zorunda kaldı. Başından beri, küçük Üye Devletler kurumlarda yapısal olarak aşırı temsil edilmiştir. Örneğin, 1995’teki EFTA genişlemesi de dahil olmak üzere, en büyük Üye Devlet olarak Almanya, Avrupa Parlamentosu’nda 99 sandalyeye ve Bakanlar Konseyi’nde nitelikli çoğunluk oylamasında 10 oya sahipti. Karşılaştırıldığında, en küçük Üye Devlet olan Lüksemburg, Avrupa Parlamentosu’nda 6 sandalyeye ve Konsey’de 2 oya sahipti. 82 milyon civarındaki Alman nüfusunun Lüksemburg’un kişi başına 500.000’den az olan nüfusundan yaklaşık 200 kat daha fazla olduğu gerçeği göz önüne alındığında, Lüksemburglular Parlamento’da yaklaşık on iki kat daha iyi temsil ediliyor ve Konsey’de yaklaşık 40 kat daha fazla oy gücüne sahip. Nüfus büyüklüğündeki çok önemli fark göz önüne alındığında, bu dengesizliğin kolay bir çözümü yoktur. Örneğin, Avrupa Parlamentosu’nun seçim bölgeleri, her Avrupalı’nın oylarının eşit ağırlığa sahip olması için eşit büyüklükte olacaksa, büyüklüğün en küçük Üye Devlete eşit olması gerekir. Bu, Lüksemburg’a Avrupa Parlamentosu’nda tek bir delege verirken, Almanya neredeyse 200 delege gönderecek. Tüm küçük Üye Devletlerin4 delegeleri evde kalsa iyi olur, çünkü toplu olarak sayıları yalnızca yaklaşık 180’dir.5 Farklı AB Üye Devletlerindeki vatandaşların eşit olmayan oy gücü, Alman Anayasa Mahkemesi önünde Almanya’nın AB Antlaşmalarına bağlılığına karşı çeşitli itirazları tetiklemiştir. . 1995 yılında, Bundesverfassungsgericht, olağandışı bir kendini dizginleme uygulamasıyla, hâlâ, oyların eşitliğine ilişkin Alman standartlarının Avrupa Parlamentosu seçimlerine104 uygulanamayacağına ve Avrupa Birliği’nin “egemen güçler birliği” olarak kendine özgü doğasının geçerli olduğuna inanıyordu. Üye Devletler” farklı bir yaklaşımı haklı gösterebilir.105

Bununla birlikte, Orta ve Doğu Avrupa ile her iki Akdeniz adasındaki on adaydan dokuzu küçük olacağından, küçük Üye Devletlerin yapısal aşırı temsiliyle ilgili sorun Büyük Doğu Genişlemesi ile çok daha kötüleşecekti. Orta ölçekli bir Üye olarak Polonya.106 Avrupa Parlamentosu üyeleri bağımsız bir yetkiye sahip olduğundan ve kendi ülkelerinden gelen talimatlara tabi olmadıklarından, dört büyük eski Üye Devlet, Konsey’deki oy yetkilerinin seyreltilmesiyle çok daha fazla ilgileniyordu. Avrupa Parlamentosu’ndaki temsillerinden daha tüm yeni küçük ülkelerin eklenmesiyle. Bu, sonraki iki anlaşma reformunda çözülmesi en zor sorundu. 2 Ekim 1997’de Amsterdam Antlaşması’nın imzalanmasıyla ilk ancak yetersiz bir adım atıldı. Olumlu tarafı, Amsterdam, TFEU’nun 294. maddesi uyarınca Konsey kararlarının çoğunu Avrupa Parlamentosu ile gerçek ortak karar haline getirdi. Karanlık tarafta Amsterdam, iki ana Antlaşmadaki tüm maddelerin ilk yeniden numaralandırılmasını da gerçekleştirdi ve bu, AB’yi vatandaşlara yaklaştırmaya tam olarak yardımcı olmadı. Pek çok önemli soru çözülmeden kaldığı için, hemen hemen başka bir hükümetler arası konferans başlatıldı ve 26 Şubat 2001’de, bir nüfus barajı107 ve böylece birçok küçük Üye Devletin, bir avuç büyük Üye Devletin yapması ve bedelini ödemesi gereken şeyi asla dikte edememesini sağlamak.108

İçeride AB artık Big Bang’e veya Büyük Doğu Genişlemesi’ne hazırdı.1 Elbette, bütünleşme sürecini derinleştirmeye ve karar alma sürecini kolaylaştırmaya yönelik bu çabalara paralel olarak genişleme çabaları, yani adaylar, tüm hızıyla devam etmişti. PHARE ve diğer katılım öncesi destek araçlarının biraz karışık sonuçlarına rağmen, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ekonomilerinin Doğu’dan Batı’ya yeniden yönlenmesi konusunda dikkate değer bir ilerleme kaydetmiştir. Uluslararası ve yerli yatırımcılar, fırsat yarışında erken harekete geçenler oldular ve esasen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, AB üyeliğinin sağlayacağı siyasi istikrar ve yasal kesinlikten zaten yararlanıyorlarmış gibi davrandılar. Kurumsal cephede, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Anlaşmalarında öne sürülen Yapılandırılmış İlişki ve Siyasi Diyalog’a ortak oldular ve giderek daha fazla ikili ve çok taraflı toplantılar sağladılar. Eski Üye Devletlerde, bu toplantılar adaylar arasında bir rahatlık ve güven düzeyi oluşturabiliyordu; adaylar ise Brüksel, Strasbourg ve Lüksemburg’daki iktidar salonlarında oynanan oyunların kurallarını öğreniyorlardı. Orta ve Doğu Avrupa’daki hükümetler üzerinde bir istikrar ve ılımlılık etkisi.110 Bununla birlikte, Orta ve Doğu Avrupa’da bile ilerleme olmadı. Komisyon, Gündem 2000’de, her ülkenin kendi değerlerine göre değerlendirileceğini vurgulamış (sözde regatta yaklaşımı) ve katılım müzakerelerinin önce Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Estonya, diğer adayların ise öncelikle ekonomik, yasal ve siyasi reformlarında daha fazla ilerleme kaydetmesi gerekecek. Komisyon, her ülkenin ilerlemesini izlemek ve tatmin edici bir şekilde ilerlemeyen alanları vurgulamak için her aday ülke için düzenli İlerleme Raporları yayınladı. Aday ülkelerin yasal ve idari yapılarının statükosunu ve Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri müktesebatına uyumunu belirleyen tarama süreci 1998 yazında başlamış ve hemen ardından müzakereler için ilk fasıllar açılmıştır. 2000’den itibaren, 2002 yılına kadar ilk grubun katılımı gerçekçi görünüyordu ve bu grup, sonunda Bulgaristan, Romanya ve Türkiye dışındaki tüm adayları içerecek şekilde büyümeye devam etti. Zaman çizelgesini kolaylaştırmak için Komisyon, katılımdan sonra geçiş düzenlemelerine tabi olabilecek öncelikler ve potansiyel yükümlülükler öneren bir yol haritası hazırladı. Yol haritası Nice Avrupa Konseyi tarafından Aralık 2000’de onaylandı ve katılım hedefi Haziran 2004’te yapılacak bir sonraki Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce belirlendi.2

Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya, Slovakya, Slovenya ve Malta ile müzakereler Aralık 2002’de tamamlanmış, Avrupa Parlamentosu 9 Nisan 2003’te katılım anlaşmalarına onay vermiş ve ardından ilgili anlaşmalar onay için 15 AB Üye Devleti ve 10 aday ülkeye gitti. Ancak Bulgaristan ve Romanya’ya üyelik hazırlıklarını tamamlamaları için üç yıl daha verildi ve Türkiye’ye belirli bir tarih verilmedi. Bilindiği gibi, sekiz Orta ve Doğu Avrupa ülkesi ve iki Akdeniz adası 1 Mayıs 2004’te AB’ye katılarak Birlik’in üye sayısı 15’ten 25’e çıkarken, Bulgaristan ve Romanya nihayet 2007’de katıldı. siyasi nedenlerle ve bugün hala müzakerelerde açılıp kapanmaktadır.
Tüm bunların gösterdiği şey, ister katılım adayı ister ortaklık veya diğer ikili anlaşmalar arayan ülkeler olsun, dışarıdan bakanlar için AB’nin “güçlü ve boyun eğmez bir ortak olduğu, çünkü gündeminin %95’inin değişmez olduğu”dur.1 AB genellikle müktesebatı yeniden müzakere etmez. Üyelik için herhangi bir aday, onu kilit stok ve namludan devralmak zorundadır ve en iyi ihtimalle, bazı geçiş dönemlerini müzakere etmeyi umabilir. Öte yandan, AB ile herhangi bir anlaşma, mevcut tüm Üye Devletlerin tarafında oybirliği gerektirir. Fiilen, aday herkesi memnun etmeli ve ne isteyebileceği ne de tutamayacağı sözler vermelidir. Gerçekten de, Maggie Thatcher’ın 1980’lerde İspanya Başbakanı Felipe Gonzalez’e şu tavsiyede bulunduğu sanılıyor: “Katılım müzakereleri, “girmek için pek çok şeyi kabul etmek ve sonra, girdikten sonra, tüm şaşırtıcı şeyleri geri almaya çalışmak”tan ibarettir. ilk etapta yapmayı kabul ettiniz.”2 Altı turluk genişlemeden ve pek çoğu tutulan, bazıları o kadar da tutulmayan pek çok sözden sonra, AB’nin katılım prosedürünü önden yüklemek için her zamankinden daha fazla çabalaması ve talep etmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. ve bir ülkeye krallığın anahtarları ve geri alma gücü verilmeden önce vaatlerin çoğunun zaten yerine getirildiğini doğrulayın.

HIRVATİSTAN İLE MÜZAKERELER

A. Hırvatistan’ın AB ile Müzakerelerinin Kısa Tarihi


AB Üye Devleti olmak, Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından bağımsız bir devlet olarak uluslararası alanda tanınmasından bu yana Hırvatistan’ın temel stratejik hedefi olmuştur. Bununla birlikte, iç ve uluslararası koşullar, özellikle de Sırbistan ile 1991-1995 savaşı1 ve birkaç ardışık Hırvat hükümetinin oluşumu ve öncelikleri, ülkenin 2004 ve 2007’deki beşinci ve altıncı genişlemelerin bir parçası olmasına izin vermedi. AB özellikle Hırvat hükümetlerinin ve onların işlerini yürütme biçimlerinin demokrasi, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygı ve yolsuzlukla etkin mücadele için yeterli güvence sağlamadığından şikayetçi olmuştur. Atılım, 29 Ekim 2001’de AB ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması (“SAA”)115 imzalandığında gerçekleşti. Hırvatistan, Makedonya’dan sonra AB ile bir SAA imzalayan ikinci ülkeydi ve bu anlaşma, ilk resmi sözleşmeyi temsil ediyordu. Hırvatistan’ın AB ile ilişkisini kurumsallaştırma yolunda bir adım. Anlaşma, AB Üye Devletleri, AB ve Hırvatistan tarafından onaylanmasının ardından 1 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi.
SAA’nın yürürlüğe girmesinden önce bile, Hırvatistan 21 Şubat 2003’te tam AB üyeliği için başvurmuştu ve Avrupa Komisyonu 20 Nisan 2004’te Hırvatistan’ın başvurusuna ilişkin olumlu bir görüş yayınladı ve Avrupa Birliği’ne katılım için müzakerelerin devam etmesini tavsiye etti. Sendika açılmalıdır. Genel olarak olumlu olmakla birlikte, Komisyon avileri, Sırbistan ile savaşın kalan bazı miraslarını, özellikle de Hırvatistan’ın Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi (“ICTY”) önünde suçlanan bir askeri lideri bulup tutuklayamamasını hatırlattı:

Hırvatistan, hukukun üstünlüğünü garanti eden istikrarlı kurumlarla işleyen bir demokrasidir. Temel haklara saygı konusunda önemli bir sorun yok. Nisan 2004’te ICTY Savcısı, Hırvatistan’ın artık ICTY ile tam işbirliği yaptığını belirtti. Hırvatistan’ın tam işbirliğini sürdürmesi ve geri kalan zanlının bulunup ICTY’ye nakledilmesini sağlamak için gerekli tüm adımları atması gerekiyor. Hırvatistan’ın azınlık hakları, mülteci dönüşleri, yargı reformu, bölgesel işbirliği ve yolsuzlukla mücadele alanlarında ek çaba göstermesi gerekiyor. Bu temelde Komisyon, Hırvatistan’ın 1993’te Kopenhag Avrupa Konseyi tarafından belirlenen siyasi kriterleri ve 1997’de Konsey tarafından belirlenen İstikrar ve Ortaklık Süreci şartlarını karşıladığını teyit eder.
Hırvatistan işleyen bir piyasa ekonomisi olarak kabul edilebilir. Kalan zayıflıkları gidermek için reform programını uygulamaya devam etmesi koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleriyle başa çıkabilmelidir.
Hırvatistan, mevzuatını müktesebat ile uyumlu hale getirmek ve uygulanmasını ve yürütülmesini sağlamak için kayda değer çaba sarf edilmesi koşuluyla, orta vadede üyeliğin diğer yükümlülüklerini yerine getirebilecek bir konumda olacaktır. Ancak çevre alanında müktesebata tam uyum ancak uzun vadede sağlanabilecektir ve yatırım düzeylerinin artırılmasını gerektirecektir.1
Bu kapanış sözleri, ülkenin AB’ye katılım müzakerelerini başlatmaya hazır olup olmadığına ilişkin değerlendirilen temel unsurları kapsamaktadır. Her bir vakanın koşullarına bağlı olarak, doğal olarak farklı ve/veya ek unsurları dikkate alarak, gelecekteki başvuru sahipleri için çok önemli olmaya devam etmektedirler.2
Komisyon Görüşü temelinde Hırvatistan’a Avrupa Konseyi tarafından 18 Haziran 20043 tarihinde aday ülke statüsü verildi ve katılım müzakerelerinin başlama tarihi başlangıçta 17 Mart 2005 olarak belirlendi. Ancak bu tarihten bir gün önce, ICTY Başsavcısı Carla del Ponte bu arada Hırvatistan’ın yukarıda bahsedilen zanlı kaçak General Ante Gotovina’yı yakalama çabalarını ne zamanında ne de yeterli olarak değerlendirdiği için AB müzakerelerin başlamasını erteledi.4

Sonunda, Hırvatistan Başsavcıyı tam işbirliği yaptığına ve General Gotovina’nın5 tutuklanamamasından sorumlu olmadığına ikna etmeyi başardıktan sonra, müzakereler 3 Ekim 2005’te Hırvatistan ile AB Arasındaki ilk Hükümetlerarası Katılım Konferansı ile başladı. Aynı gün AB, Türkiye ile katılım müzakerelerine başladı.

Hırvatistan ile müzakereler için, Avrupa hukukunun daha önce bir fasılda yer alan bazı kısımları birkaç fasıl halinde ayrıldığından, müktesebat 35 fasıl1a bölündü, bu da her zamankinden 31 fasıldan dört fazla. Belirli fasılların ayrılması kararı, bu fasılların özellikle büyük ve zahmetli olduğu önceki müzakerelerdeki deneyimlere dayanıyordu. Sözde tarama süreci, 20 Ekim 2005’te “Bilim ve Araştırma” bölümüyle başladı. Bu prosedür sırasında Komisyon, aday ülke ile yakın işbirliği içinde, müktesebatın uygulanması için gerekli değişiklikleri belirlemek ve idari ve uygulanması için kurumsal kapasite. Tarama prosedürü, Komisyon’dan Üye Devletlere, ya katılım müzakerelerinin açılabileceğini ya da belirli ölçütler karşılanana kadar müzakerelerin açılmamasını ya da hiç açılmamasını tavsiye eden bir tarama raporu ile sonuçlandırılır. 2 Hırvatistan örneğinde, 35 müktesebat faslıyla ulusal uygunluğun taranması süreci 18 Ekim 2006’da tamamlanmıştır.126 Ardından Hırvatistan her fasıl için “müzakere pozisyonlarını” sunmuş ve Komisyon, AB. AB pozisyonlarında Komisyon, çeşitli fasıllar için açılış kriterleri sağladı, yani belirli bir konudaki müzakereler açılmadan önce Hırvatistan’ın yerine getirmesi gereken koşullar. Açılış kıstasları tipik olarak belirli kanunların veya politikaların kabul edilmesini veya belirli idari organların veya yapıların kurulmasını veya geliştirilmesini içerir. Belirli bir fasıl açıldıktan sonra, müzakereler birkaç haftadan127 aylara ve hatta yıllara kadar sürebilir ve Komisyon genellikle kapanış kriterleri geliştirir, yani konuyla ilgili müzakerelerin başarıyla tamamlandığı ilan edilmeden önce karşılanması gereken koşullar. Fasıllar geçici olarak kapatıldıktan sonra bile, diğer fasıllardaki müzakereler devam ettiği sürece, Komisyon ve/veya Üye Devletlerin uygun gördüğü şekilde, herhangi bir zamanda yeniden açılabilirler.

Başlangıçta Hırvatistan, Romanya ve Bulgaristan ile birlikte 2007 yılında AB’ye katılabilmek için müzakereleri zamanında tamamlamayı hedeflemişti. Ancak müzakereler çeşitli noktalarda beklenenden daha çetin geçti. Bir dereceye kadar, özellikle yetersiz idari kapasiteler, yani çeşitli devlet kurumlarının hazır olmaması ve AB’nin çeşitli taleplerine zamanında yanıt vermemesi nedeniyle Hırvatistan bunun için suçlanacak. Hırvat hükümeti ve müzakere ekibi yüksek motivasyona ve odaklanmış olmasına rağmen, bu durum tüm bakanlıklar ve alt-ulusal idari birimler için geçerli olmayabilir. Bir bakıma ülke zihinsel olarak tam olarak hazır değildi. Müzakerelerin bu güçlükleri ve ardından gelen uzun süresi müktesebatla, kapsanacak olan malzemenin çokluğu ve karmaşıklığıyla ilişkilendirilebilir. Bununla birlikte, müzakerelerin süresi, Hırvatistan’ın en iyi ihtimalle kısmen sorumlu olduğu ve hatta bazılarının müktesebat ve ülkenin üyelik koşullarından herhangi birini yerine getirmesiyle çok az ilgisi olan veya hiç ilgisi olmayan koşullardan da sorumlu tutulabilir. Örneğin, Hırvatistan ile Slovenya arasındaki sınır anlaşmazlığı nedeniyle müzakereler Slovenya tarafından on ay süreyle bloke edildi. Eylül 2009’da Slovenya, sınır anlaşmazlığına ilişkin uluslararası tahkime halel getirmeksizin, Hırvatistan’ın AB ile müzakereleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırdı. Doğal olarak, Slovenya ne müzakereleri neden ertelediğini haklı çıkarmak zorundaydı ne de herhangi bir kınama veya yaptırım vardı. Bu sadece Üye Devletlerin imtiyazlarının bir parçasıdır, içinde olanlar ve olmayanlar1, çünkü fasılların açılması ve kapanması ve hatta açılış ve kapanış kriterlerinin belirlenmesi bir Komisyon önerisi ve Üye Devletlerin oybirliğiyle alacağı bir karar gerektirir.
Konsey.2
Tek bir Üye Devlet bir adayı geride tutabilirken, Üye Devletler ile Komisyon arasındaki bir fikir birliği de bir ülkeyle müzakere sürecini hızlandırabilir, en azından potansiyel olarak bazı normal prosedür adımlarında istisnalar yaratabilir. Örneğin, İzlanda mali çöküşünün ardından Temmuz 2009’da üyelik başvurusunda bulunduktan sonra, birkaç Konsey üyesi ve Komisyon, İzlanda ile katılım müzakerelerinin Hırvatistan ve İzlanda’nın Avrupa Birliği’ne katılabileceği ölçüde hızlandırılabileceğini alenen düşündüler. 2011 gibi erken bir tarihte birlikte

Hırvatistan nihayetinde katılım müzakerelerini 30 Haziran 2011’de bitirdi ve Katılım Antlaşması 9 Aralık 2011’de Brüksel’de imzalandı.1 Hırvatistan, 22 Ocak 2012’de %66,25’in lehte ve %33,13’ün aleyhte oy kullandığı ulusal bir katılım referandumu düzenledi. Hırvatistan’daki tüm onay süreci 4 Nisan 2012’de tamamlandı. Bazı Üye Devletler oldukça uzun sürdü. Bu nedenle Hırvatistan, Katılım Antlaşması’nın 27 Üye Devletin tümü tarafından onaylanmasının ardından ancak 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’nin yirmi sekizinci Üye Devleti oldu.


B. Katılım Müzakereleri Gerçekte Nedir?

AB ile ilgili herhangi bir ders kitabında okunabileceği gibi, katılım müzakereleri, aday bir ülkenin Avrupa Birliği’ne katılması ve ünlü topluluk müktesebatı olan Avrupa hukukunun tümünü benimsemesi sürecidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, sürekli gelişen ve genişleyen müktesebatın ana unsurları, birincil mevzuat olarak andlaşmalar, ikincil mevzuat olarak ise tüzükler, direktifler, kararlar, tavsiyeler ve görüşler ile başta Avrupa Birliği kararları olmak üzere diğer hukuk kaynaklarıdır. Adalet Divanı, bazı genel hukuk ilkeleri, AB’yi ilgilendiren uluslararası anlaşmalar ve diğer düzenlemeler (kararlar, beyanlar, tavsiyeler, kılavuz ilkeler, ortak eylemler, ortak tutumlar vb.). AB 660 basitleştirme girişiminden geçmiş ve 2006 yılından bu yana yaklaşık 6000 yasal düzenlemeyi yürürlükten kaldırmış olsa da, son zamanlarda müktesebatın toplam hacminin yaklaşık 160.000 sayfaya ulaştığı tahmin edilmektedir. Miktarına ek olarak, müzakere eden bir ülkenin müktesebatı benimsemesinin önündeki en büyük zorluk (Hırvatistan’da da durum böyleydi), müktesebatın gelişmeye ve genişlemeye devam etmesidir. Aksine, bir aday ülke ile müzakerelerin başladığı andan itibaren, o ülkenin müzakerelere katılmasına kadar ve sonrasında sürekli olarak tadil edilmekte ve tamamlanmaktadır. Bu nedenle, müzakere eden bir ülkenin mevzuatını hareketli bir hedefle uyumlu hale getirmesi gerekiyor. Bazı durumlarda, özellikle belirli bir yasal aracın – genellikle bir direktifin – Üye Devletlerin ulusal mevzuatına aktarılması için son tarih, müzakere eden bir ülkenin mevzuatını AB ile uyumlu hale getirmesinin beklendiği tarihten sonraysa, bu son derece zordur. bu konu alanındaki müktesebat. Böyle bir durumda, üye ülkelerden önce bir aday ülkeden bir direktifi kendi mevzuatına aktarması istenirse, aday ülke açık bir hedefle karşı karşıya kalır, ancak nasıl ilerleyeceğine dair araçlar ve yönergeler yoktur. müzakere ekibi üyelerinin ve müzakere eden ülkenin devlet yönetiminin yaratıcı olması ve Komisyonun beklentilerini anlaması çok önemlidir. Müzakere eden bir ülkenin, aktarılacak direktifi dikkate alarak belirli bir yasal düzenlemede değişiklik yapılmasına ilişkin hükümler hazırladığında, taslağı Komisyon’a sunduğunda ve geçer not mu yoksa geçer not mu alacağını beklediğinde, adeta bir okul ödevi haline gelir. Not olumluysa, müzakere ekibi ve hükümeti, ulusal parlamentoyu, mevzuatın tam anlamıyla üzerinde anlaşıldığı şekilde ve Komisyonun onayını tehlikeye atabilecek herhangi bir değişiklik olmaksızın kabul edilmesi gerektiğine ikna etmek gibi daha da zor bir görevle ilerlemek zorundadır. Son olarak, ulusal yasanın kabul edilmesinin ardından, müzakere ekibinin, en azından bazı Üye Devletlerde durum hiç böyle olmasa da, mevzuatın gerçekte, tam ve doğru bir şekilde uygulandığını Komisyona kanıtlaması gerekir. 2 Sonuç olarak, müzakere eden ülkenin, ulusal mevzuatın müktesebatla tamamen uyumlu olduğuna ve AB’ye katılım henüz uzak olsa ve -siyasi nedenlerle ve referandum gerekliliği nedeniyle- katılımdan önce tam ve doğru bir şekilde uygulandığına dair kanıt sunması gerekmektedir. – temelde belirsiz. Müzakere sürecindeki katılımcılar bir tarafta aday ülke, diğer tarafta AB Üye Devletleridir. Müzakereler sırasında, AB’nin müzakere pozisyonları Üye Devletler adına Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığı tarafından temsil edilirken, müzakereler aday ülke adına Müzakerelerden Sorumlu Devlet Delegasyonu tarafından yürütülür. Müzakereler ikili bir çerçevede yürütülmektedir. Bir yanda AB Üye Devletlerinin temsilcileri, diğer yanda aday ülke temsilcilerinin katıldığı Hükümetlerarası Konferans.

Ancak teknik olarak, müzakereler büyük ölçüde aday ülkenin müzakere ekibi ile Avrupa Konseyi tarafından kendisine verilen yetki çerçevesinde müzakere eden Avrupa Komisyonu temsilcileri arasındadır. Bu anlamda Komisyon, yasal ve teknik düzeyde müzakere sürecinde çok önemli ve önemli bir role sahiptir. Bu bağlamda, müzakerelerin hızı ve nihai olarak adilliği büyük ölçüde Komisyon’un bireysel temsilcilerinin ve aday ülkenin müzakere ekibi üyelerinin hazırlığına, genel ve kişiler arası niteliklerine ve esaslı bilgi ve deneyimlerine bağlıdır. ve müktesebatın bağlamını ve mantığını ve ara sıra yaşanan duraklamaların ardındaki nedenleri anlama becerileri.
Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılımı için müzakere yapısı, Hırvatistan Cumhuriyeti Hükümeti’nin 7 Nisan 2005 tarihli kararı ile oluşturulmuştur. Bu Karar, müzakereler için yapıyı oluşturan organların kompozisyonunu ve bireysel müzakere bölümlerinin yetkili organlarının rolünü devlet idari organlarına ve diğer organlara veya kurumlara devretti. Hırvatistan müzakere sürecinde aşağıdaki organlar oluşturulmuştur: Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne Katılımına İlişkin Müzakerelerden Sorumlu Devlet Delegasyonu (aslında Avrupa entegrasyonundan sorumlu bakan tarafından yönetilen siyasi bir organ), Koordinasyon Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne Katılımı Komitesi (bakanlardan veya belirli müzakere fasıllarında müzakere edilen konulardan sorumlu tam yetkililerinden oluşan bakanlıklar arası bir organ), Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Katılımı için Müzakere Ekibi Avrupa Birliği’ne, topluluk müktesebatının Münferit Fasıllarına ilişkin Müzakerelerin Hazırlanması için çok sayıda Çalışma Grubu, Başmüzakereci Ofisi ve Müzakere Ekibi Sekreterliği. Müzakere yapısının organlarının üyeleri de Hükümet Kararı ile atanmıştır.
Müzakere heyeti, baş müzakereci ve on beş üyeden oluşuyordu. Çoğu, tüm müzakere süreci boyunca müzakere ekibinin üyeleri olarak kaldı ve özellikle bazı ilk üyelerin müzakere ekibi üyelikleriyle bağdaşmayan görevler üstlenmeleri nedeniyle (örneğin biri bakan oldu, diğeri oldu) yalnızca birkaçı değiş tokuş edildi. anayasa mahkemesi yargıcı). Müzakere ekibinin her bir üyesi, birkaç müzakere faslından sorumluydu ve görevi, bu fasıllar için çalışma grupları arasındaki çalışmaları koordine etmek ve bu fasıllardaki müzakerelerin ilerlemesinden hükümete karşı sorumlu olmaktı. Müzakere ekibi, ayda en az bir kez ve gerektiğinde daha sık olmak üzere düzenli toplantılar yaptı ve toplamda yaklaşık 100 resmi toplantı yaptı.
Her fasıldaki ‘acil’ çalışma, Münferit Fasıllarda Müzakerelerin Hazırlanması için Çalışma Grupları tarafından yürütüldü. Böylece, çalışma gruplarının başkanlarının liderliğinde 35 çalışma grubu oluştu. Çalışma gruplarına üyelik, her bir bölümün yapısına ve içeriğine bağlıydı. Genelde tipik bir çalışma grubu -eğer böyle bir şey olsaydı- 20-40 kişiden oluşurdu. Ancak, bazı çalışma gruplarında, örn. tarım için birkaç yüz kişi dahil oldu. Çalışma gruplarının çalışmalarına çoğunlukla devlet yönetiminin üst düzey yetkilileri, bakan yardımcıları seviyesine kadar, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, sendikalar, girişimci dernekleri ve akademik topluluk.
Müzakereler için yerel siyasi destek ve ulusal yasalar ve kurumlardaki birçok değişiklik başarı için kritik önem taşıdığından, müzakere ekibinin üyeleri de ülke içinde bir bilgilendirme ve halkla ilişkiler kampanyasının parçası olmalıdır. Bu bağlamda, müzakere heyeti üyelerinin ve çalışma gruplarının başkanlarının hepsinin devlet idaresinin üyeleri olmadığını belirtmek önemlidir. Hırvat müzakere sürecinin bu özelliği, müzakerelerin başında daha külfetli ve zor, ancak sonunda daha verimli ve verimli oldu. Müzakere sürecine katılan ve devlet yönetiminin üyesi olmayan katılımcılar, genellikle yavaş, atıl ve durgun devlet idari yapısına (“Sen kimsin” ve “Ne yapıyorsun” gibi sorular dahil ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere) nüfuz etmeyi başlangıçta daha zor buldular. istek?”). Bununla birlikte, birincil avantajları, idari hiyerarşinin bir parçası olmamaları ve dolayısıyla onun yükünü taşımamaları ve sonuç olarak, görüşlerini kamuya sunmada daha bağımsız olmalarıydı; Ancak teknik olarak, müzakereler büyük ölçüde aday ülkenin müzakere ekibi ile Avrupa Konseyi tarafından kendisine verilen yetki çerçevesinde müzakere eden Avrupa Komisyonu temsilcileri arasındadır. Bu anlamda Komisyon, yasal ve teknik düzeyde müzakere sürecinde çok önemli ve önemli bir role sahiptir. Bu bağlamda, müzakerelerin hızı ve nihai olarak adilliği büyük ölçüde Komisyon’un bireysel temsilcilerinin ve aday ülkenin müzakere ekibi üyelerinin hazırlığına, genel ve kişiler arası niteliklerine ve esaslı bilgi ve deneyimlerine bağlıdır. ve müktesebatın bağlamını ve mantığını ve ara sıra yaşanan duraklamaların ardındaki nedenleri anlama becerileri.
Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılımı için müzakere yapısı, Hırvatistan Cumhuriyeti Hükümeti’nin 7 Nisan 2005 tarihli kararı ile oluşturulmuştur. Bu Karar, müzakereler için yapıyı oluşturan organların kompozisyonunu ve bireysel müzakere bölümlerinin yetkili organlarının rolünü devlet idari organlarına ve diğer organlara veya kurumlara devretti. Hırvatistan müzakere sürecinde aşağıdaki organlar oluşturulmuştur: Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne Katılımına İlişkin Müzakerelerden Sorumlu Devlet Delegasyonu (aslında Avrupa entegrasyonundan sorumlu bakan tarafından yönetilen siyasi bir organ), Koordinasyon Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne Katılımı Komitesi (bakanlardan veya belirli müzakere fasıllarında müzakere edilen konulardan sorumlu tam yetkililerinden oluşan bakanlıklar arası bir organ), Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Katılımı için Müzakere Ekibi Avrupa Birliği’ne, topluluk müktesebatının Münferit Fasıllarına ilişkin Müzakerelerin Hazırlanması için çok sayıda Çalışma Grubu, Başmüzakereci Ofisi ve Müzakere Ekibi Sekreterliği. Müzakere yapısının organlarının üyeleri de Hükümet Kararı ile atanmıştır.
Müzakere heyeti, baş müzakereci ve on beş üyeden oluşuyordu. Çoğu, tüm müzakere süreci boyunca müzakere ekibinin üyeleri olarak kaldı ve özellikle bazı ilk üyelerin müzakere ekibi üyelikleriyle bağdaşmayan görevler üstlenmeleri nedeniyle (örneğin biri bakan oldu, diğeri oldu) yalnızca birkaçı değiş tokuş edildi. anayasa mahkemesi yargıcı). Müzakere ekibinin her bir üyesi, birkaç müzakere faslından sorumluydu ve görevi, bu fasıllar için çalışma grupları arasındaki çalışmaları koordine etmek ve bu fasıllardaki müzakerelerin ilerlemesinden hükümete karşı sorumlu olmaktı. Müzakere ekibi, ayda en az bir kez ve gerektiğinde daha sık olmak üzere düzenli toplantılar yaptı ve toplamda yaklaşık 100 resmi toplantı yaptı.
Her fasıldaki ‘acil’ çalışma, Münferit Fasıllarda Müzakerelerin Hazırlanması için Çalışma Grupları tarafından yürütüldü. Böylece, çalışma gruplarının başkanlarının liderliğinde 35 çalışma grubu oluştu. Çalışma gruplarına üyelik, her bir bölümün yapısına ve içeriğine bağlıydı. Genelde tipik bir çalışma grubu -eğer böyle bir şey olsaydı- 20-40 kişiden oluşurdu. Ancak, bazı çalışma gruplarında, örn. tarım için birkaç yüz kişi dahil oldu. Çalışma gruplarının çalışmalarına çoğunlukla devlet yönetiminin üst düzey yetkilileri, bakan yardımcıları seviyesine kadar, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, sendikalar, girişimci dernekleri ve akademik topluluk.

Müzakereler için yerel siyasi destek ve ulusal yasalar ve kurumlardaki birçok değişiklik başarı için kritik önem taşıdığından, müzakere ekibinin üyeleri de ülke içinde bir bilgilendirme ve halkla ilişkiler kampanyasının parçası olmalıdır. Bu bağlamda, müzakere heyeti üyelerinin ve çalışma gruplarının başkanlarının hepsinin devlet idaresinin üyeleri olmadığını belirtmek önemlidir. Hırvat müzakere sürecinin bu özelliği, müzakerelerin başında daha külfetli ve zor, ancak sonunda daha verimli ve verimli oldu. Müzakere sürecine katılan ve devlet yönetiminin üyesi olmayan katılımcılar, genellikle yavaş, atıl ve durgun devlet idari yapısına (“Sen kimsin” ve “Ne yapıyorsun” gibi sorular dahil ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere) nüfuz etmeyi başlangıçta daha zor buldular. istek?”). Bununla birlikte, birincil avantajları, idari hiyerarşinin bir parçası olmamaları ve dolayısıyla onun yükünü taşımamaları ve sonuç olarak, görüşlerini kamuya sunmada daha bağımsız olmalarıydı ki bu, çoğu kez hükümet organlarının görüşleriyle aynı çizgide olmak zorunda değildi. Bu tür bir yapının işlemesi için, ekibin tüm üyelerinin, resmi stratejinin belirli noktalarında hemfikir olmadıkları zamanlarda bile, eyalet hükümetinin sadece açıklayıcı desteğinden değil, tam desteğinden yararlanmaları vazgeçilmezdi. Müzakere ekibinin her bir üyesi ve çalışma grubunun her başkanı, atanma sürecinde tüm büyük parlamento partileri tarafından özel olarak seçildiğinden ve üzerinde anlaşmaya varıldığından, yalnızca hükümet tarafından değil, aynı zamanda ana parti tarafından da tam olarak güvenildi ve desteklendi. muhalefet partileri. Bunun, tüm müzakere sürecinin başarısı için temel bir unsur olduğu ortaya çıktı.
Müzakerelerin İlkelerine İlişkin Parlamento Bildirisi uyarınca, Parlamento, yalnızca Katılım Anlaşmasının onaylanması sırasında değil, müzakere prosedürünün tüm aşamalarında da yer almıştır. Bu amaçla, müzakereleri takip etmekle görevli bir parlamento çalışma organı olarak bir Ulusal Komite kurulmuştur. Ulusal Komite üyeliği, öncelikle Parlamentoda temsil edilen siyasi partileri yansıtırken, aynı zamanda girişimci dernekleri, sendikalar, üniversiteler ve Hırvatistan Cumhurbaşkanlığı Ofisi temsilcilerini de içeriyordu. Ulusal Komite başkanı her zaman muhalefetin bir üyesiydi. Yıllar geçtikçe, hükümetteki ve muhalefetteki siyasi partiler arasındaki şiddetli siyasi kavgalara bakılmaksızın, Ulusal Komite’de çoğu konuda oylamanın oybirliğiyle yapıldığını gözlemlemek ilginçti.

Katılım müzakereleri, klasik anlamda müzakereler olarak değil, aday ülkenin Avrupa Birliği’nin değerlerine ve yasal, ekonomik ve sosyal sistemine uyum süreci olarak değerlendirilmektedir. Aday ülke, topluluk müktesebatının kendisini müzakere etmez, daha ziyade kendi mevzuatının müktesebatla uyumlu hale getirilmesinin koşulları ve yolları ile uygulama araçlarını müzakere eder. Müzakereler, yalnızca bir aday ülkenin mevzuatının topluluk müktesebatına uyumlaştırılmasına değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, müktesebatın etkili bir şekilde uygulanması için idari ve yargısal kapasitesine de odaklanmaktadır.1
Yukarıda bahsedildiği gibi, her fasıldaki müzakereler, ulusal mevzuatın topluluk müktesebatına uyum derecesinin analitik olarak gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi olan tarama ile başlatılır. Tarama sürecinin temel amacı, ulusal mevzuat ile müktesebat arasında var olan farklılıkların tespit edilmesi ve ulusal mevzuatın müktesebatın her faslı ile tam olarak uyumlaştırıldığı ve böylece uygulamaya hazır olduğunun söylenebilmesi için gerekli olacak değişikliklerin belirlenmesidir. katılım. Analize dayanarak, aday ülkenin ulusal mevzuatını ve kurumlarını müktesebatla tam olarak uyumlu hale getirip getiremeyeceğini, elbette tarama sırasında bilinmeyen, öngörülen katılım tarihine kadar belirtmesi gerekmektedir. aday ülke katılımdan sonra geçiş dönemlerine ihtiyaç duymayı beklemektedir.
Taramanın sonuçlarına, yani aday ülkenin müktesebatı uygulamaya hazır olup olmadığına bağlı olarak, AB Üye Devletleri münferit fasıllarda müzakerelerin açılmasına karar verir. Bu resmi olarak AB Konseyi’nin bir kararı olmakla birlikte, müzakerelerin başlatılması veya münferit bir fasılda müzakerelerin açılmasından önce müzakere eden ülkeden daha fazla güvence talep edilmesi önerisi Komisyon tarafından yapılır. Münferit fasıllar için müzakerelerin açılmasıyla müzakerelerin asıl aşaması başlar. Müzakereler, tarama sonuçlarının ardından her bir müzakere faslı için hazırlanan “ortak pozisyon” olarak adlandırılan Avrupa Birliği’nin müzakere pozisyonu ve aday ülkenin pozisyonu temelinde yürütülür.
Belirli bir fasıldaki müzakerelerin açılabilmesi için bir aday ülkenin hâlâ belirli koşulları yerine getirmesi gerektiği yönünde bir görüş varsa, yani ülke taramanın hemen ardından müzakereleri başlatmak için yeterince hazır değilse, Komisyon kriterleri belirler. müzakereler açılmadan önce aday ülke tarafından karşılanır. Kıyaslamalar, Komisyonun 2006 Genişleme Stratejisi tarafından getirildi ve “beşinci genişlemeden çıkarılan derslerin bir sonucu olarak tanıtılan yeni bir araç” olarak tanımlandı. gerekli reformlar erken bir aşamada Kıyaslamalar ölçülebilir ve müktesebat faslının temel unsurlarıyla bağlantılıdır.”3

Belirli bir fasılda müzakerelerin açılmasından önce karşılanması gereken açılış kriterlerinin yanı sıra, AB, ortak pozisyonunda, bir fasıl (geçici olarak) kapatılmadan önce karşılanması gereken kapanış kriterlerini de masaya yatırabilir. 2006 Genişleme Stratejisinde açıkça belirtildiği gibi, bir aday ülke müzakere edilen bir fasılda artık açılış kriterlerini yerine getiremiyorsa, Komisyon o fasıldaki müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir. Aynı şekilde, bir aday ülke geçici olarak kapatılan bir fasılda artık kapanış kriterlerini karşılamıyorsa, Komisyon Üye Devletlere o fasılla ilgili katılım müzakerelerinin yeniden açılmasını teklif edebilir.
Müzakereler sırasında Hırvatistan, 11 müzakere faslında belirlenen 23 açılış kriterini yerine getirmek zorunda kalırken, 22 fasıldaki müzakereler kıstassız açıldı.1 “Kurumlar” ve “Diğer Konular” başlıklı iki fasılda, aday ülke Hırvatistan’a ayrıca 31 fasılda toplam 104 kapanış kriteri verildi. Bireysel fasıllardaki açılış kriterlerinin sayısı 1’den 4’e (Bölüm 8. Rekabet Politikası ve 12. Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikasında) ve kapanış kriterlerinin sayısı 1’den 10’a kadardı ve en yüksek rakamlar Fasıl 23’teydi. ve Temel Haklar ve Bölüm 24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik. 23. ve 24. Fasıllar AB üyeliği için siyasi kriterleri kapsadığından ve buradaki koşulların yerine getirilmesi aday bir ülkenin Üye Devlet olarak Birliğin bir özgürlük, güvenlik ve özgürlük alanı olarak gelişmesine katkıda bulunmasını sağlamalıdır. adalet. Bu konular diğer tüm fasılları da yatay olarak etkilemektedir çünkü yargı ve adalet sistemi müktesebatın uygulanmasını sağlamalı, aynı zamanda insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı ve kanun önünde eşitliği güvence altına almalıdır. Bağımsız ve etkin bir yargının kurulması son derece önemlidir ve mahkemelerin tarafsızlık, dürüstlük ve yüksek standartlarda yargılama yapması hukukun üstünlüğünü korumak için esastır. Buna ek olarak, bir aday ülke, yolsuzlukla mücadele için işleyen bir sistemin yürürlükte olduğuna dair kanıt sunmalıdır. Bu, “demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasını garanti eden kurumların istikrarını” gerektiren siyasi “Kopenhag kriteri” ile uyumludur. Aday ülkenin, demokratik sistemin ve hukukun üstünlüğünün tam olarak işlediğine, yani ilkelerin fiilen uygulamada uygulandığına dair kanıt sunması esastır.2

Müzakere edilmesi en zor fasılların hangileri olduğu sorulduğunda, yalnızca açılış veya kapanış kriterlerinin sayısı dikkate alınmamalıdır. Kriterlerin ne olduğunu değerlendirmek de gereklidir. Bunlar, bir eylem planının veya stratejisinin kabul edilmesi, bir yasama tedbirinin yasalaşması, bir kurum, kuruluş veya başka bir devlet idari veya yargı organının kurulması veya müktesebatın uygulanmasına ilişkin bir geçmiş performans kaydının sağlanması olabilir. Müzakere eden bir ülke için belirli bir kriteri karşılamak nispeten kolay veya çok zor olabilir. Bununla birlikte, bir kriteri karşılamanın az ya da çok zor olup olmadığı sorusu, aynı zamanda, Komisyonun, bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini nasıl belirleyeceği sorusuna da bağlıdır.
Doğal olarak, müktesebatın belirli bir faslına uyum sağlamanın zorluğu, öncelikle müzakereyi yapan ülkedeki iç faktörler tarafından belirlenir. AB hukukuna uyum bazen devletin vatandaşlarını koruyan ve başta teşebbüsler olmak üzere diğer AB üye devletlerinin vatandaşlarına karşı ayrımcılık yapan tedbirlerin yürürlükten kaldırılmasını gerektirir. Bir aday ülke belirli pazarları ne kadar çok korursa, o alandaki müzakereler o kadar zorlaşacaktır. Hırvatistan’da, örneğin, Tarım ve Kırsal Kalkınma ile Rekabet Politikası fasılları için bu durum geçerliydi. Başka bir sorun alanı, Makedonya veya Sırbistan’ı hiçbir şekilde ilgilendirmeyecek olan Balıkçılık faslıyla ilgiliydi. Ayrıca, müzakere eden ülkeye veya vatandaşlarına önemli mali külfetler getiren değişiklikler veya AB hukukuna uyum, daha önce uygulanmayan yeni kural ve uygulamaların getirilmesini gerektirebilecek taahhütler gerektiriyorsa, bir fasıl zor olarak algılanabilir. Bu tür bölümler, örneğin Çevre ve Enerji ile ilgili bölümlerdir.
Müzakerelerin belirli bir faslı üzerinde AB ile aday ülke arasında anlaşmaya varılmasının ardından ve tüm kriterler karşılandığında, ilgili fasıl geçici olarak kapatılmış sayılır. Bu, ilgili alanda tatmin edici bir ilerlemeye işaret etmekle birlikte, müzakere eden ülkenin müzakereler sırasında üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmemesi durumunda, diğer fasıllardaki müzakereler devam ettiği sürece bir fasıl yeniden açılabilir. Yalnızca müktesebatın tüm fasılları için müzakereler en azından geçici olarak kapatıldığında, müzakerelerin sonuçları bir Katılım Antlaşması taslağının hükümlerine, yani AB (kurumları ve Üye Devletler) ile AB arasındaki uluslararası bir anlaşmaya dahil edilecektir. aday ülke. Katılım Antlaşması’nın ayrıntıları ve dili üzerinde anlaşmaya varıldıktan ve Antlaşma imzalandıktan sonra, aday ülke, gerekli tüm onayları bekleyen aday ülke olarak kabul edilir.

Eski bir müzakere ülkesi, katılan bir ülke haline geldiğinde, yükümlülükleri müzakereler sırasında olduğu gibi eşit derecede külfetli olabilir. Karşılanması gereken herhangi bir kriter bulunmamakla birlikte, katılım anlaşmasının imzalanmasından sonra benimsenmekte olan sürekli gelişen müktesebata uyma yükümlülükleri açısından, katılan bir ülke fiilen zaten bir Üye Devletmiş gibi davranmalıdır. Bununla birlikte, katılan ülke yeni AB yasaları kapsamındaki tüm yükümlülüklere sahipken, ne yeni yasaların kabulüne yol açan müzakerelere katılım söz konusu olduğunda ne de bunların aleyhine uygulanması söz konusu olduğunda hiçbir hakka sahip değildir. AB kurumları ve/veya Üye Devletler. Katılım döneminde haklar ve yükümlülükler arasındaki bu ikilik çok sinir bozucu olabilir. Bu nokta şu şekilde açıklanabilir: Hırvatistan Katılım Antlaşması, Bulgaristan ve Romanya1 için olduğu gibi resmi olarak “İşbirliği ve Doğrulama Mekanizması” olarak adlandırılan herhangi bir özel katılım sonrası izleme türü öngörmese de, Antlaşma Komisyonun katılım tarihinden önce veya katılım tarihine kadar yerine getirilmesi gerekenler de dahil olmak üzere katılım müzakerelerinde Hırvatistan tarafından üstlenilen tüm taahhütleri yakından izleyeceğini ve 2011 sonbaharında Komisyonun Avrupa Parlamentosu ve Konsey’e bir İlerleme Raporu sunacağını, ve 2012 sonbaharında Avrupa Parlamentosu ve Konsey’e Kapsamlı bir İzleme Raporu sunacak. İzleme, yargı reformu ve verimliliği, savaş suçları davalarının tarafsız bir şekilde ele alınması ve yolsuzlukla mücadele konularında devam eden performans kayıtları da dahil olmak üzere, özellikle yargı ve temel haklar alanında Hırvatistan tarafından üstlenilen taahhütlere odaklanacaktı. Komisyonun izlemesi, rekabet politikası alanındaki taahhütlerin yanı sıra özgürlük, güvenlik ve adalet alanına da odaklanacaktı. Komisyon, Hırvatistan’ın bu alanlarda üstlendiği taahhütler hakkında Hırvatistan’ın katılımına kadar altı aylık değerlendirmeler yayınlayacaktı.2
Sonuç olarak, Katılım Anlaşması imzalandıktan sonra ve Hırvatistan üye olmadan önce, Nisan 2012, Ekim 2012 ve Mart 2013 olmak üzere üç izleme raporu vardı. daha fazla çaba gerektiren sınırlı sayıda sorun belirledi. Bu ifade, birçok Üye Devletin nihai izleme raporunu beklemesinin ve Hırvatistan’ın AB üyeliğine tam olarak hazır olarak kabul edilmesinden önce kalan çalışmaları tamamlamadaki başarısına ilişkin kesin olarak olumlu olmasını beklemesinin nedeniydi. Gerçekten de Mart 2013 raporu, Komisyonun Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013’te üyeliğe hazır olacağından ve nihai engeli ortadan kaldıracağından emin olduğunu belirtiyordu.