GAZZE İÇİN GOLDENSTONE RAPORU VE MAVİ MARMARA GERÇEĞİ

Öne çıkan

GAZZE İÇİN GOLDENSTONE RAPORU VE MAVİ MARMARA GERÇEĞİ
Mavi Marmara Gemisine Sadırı (Gaza Flotilla Raid) hadisesi nedir? diye bir soru sorulduğunda ne cevap verebilirim diye düşündüm. Gelecek kuşaklar için tarihe kayıt düşmek ve Gazze’ye yardım için yola çıkan Mavi Marmara Yardım Gemisini ve ona ve yolcularına yapılan saldırıyı çocuklarıma ve torunlarıma anlatmak isterim, bu benim vicdan borcumdur.

Bu yazı Kırklar Kulübü yayınlarından Mavi Marmara’ya Kırk Selam kitabında yeralan makalelerden biridir. Kitabı alıp tüm makaleleri okumak için
👉https://40lar.com/939/

Mavi Marmara Gemisi on yıllar sonrasında tarihte hafızalara kazınan önemli sembollerden birisi olmaya aday. Bu sembol; vicdanını, aklını ve insanlığını kaybetmemiş bir grup insanın insanlık tarihine bir armağanıdır.
Her dinden ve milletten insanın içine bindiği bir gemi, bir özgürlük gemisi yola çıktığında ne olacağını tam olarak kestiremiyordu. Zalimin zulmüne itiraz eden ve açık hava hapishanesine dönüşmüş bir toprağın mazlum insanlarına el uzatan bir avuç insanın uluslararası vicdan hareketiydi bu. Sonuçta bu yolda ölmeye değil ölüme açık hava cezaevine dönüştürülmüş Gazze halkına ve çocuklara destek vermeye gittiler ama uluslararası sularda haksız biçimde öldürüldüler. Ruhlar o yolda şahadetle buluştular sonsuzluğa uzandılar. BM İnsan hakları Komisyonunun hazırladığı ve Gazze’de insan hakları ihlalleri yaşandığını tespit eden 15 Eylül 2009 tarihli Goldstone Raporu yayınlandıktan yaklaşık sekiz ay sonra oldu olaylar hem de.
Mavi Marmara Yardım Filosuna Saldırı Olayı 8 Nisan 2010 da Amerika Birleşik Devletlerinde altı ay süren misafirliğin ardından ülkeme dönmenin huzurunu yaşadığım sırada yaşandı. O günlerde Amerikan kamuoyunun nasıl da yanıltıldığını, TV kanallarının tek taraflı yayınlarıyla Filistinlileri terörist gösterip, İsrail’in yapmış olduğu saldırıları görmezden gelmesi de ağrıma gitmişti. Amerikan halkı sanki bir kutu içerisinde hapsedilmiş bir civciv gibi, dış dünyadan haberleri gösterildiği kadarıyla görebiliyordu. Son on yılda sosyal medya gelişti artık pek çok konunun saklanması gerçekten zor. Ancak facebook, twitter ve youtube gibi sosyal medya platformlarının küresel güçler tarafından kendi lehlerine ve mazlum ülkeler aleyhine manipüle edildiği veya bu ihtimalin kuvvetli olduğu yönünde kanaatim var.
Şu husus açıktır ki, Mavi Marmara Uluslararası bir yardım organizasyonudur. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım götürürken uluslararası sularda İsrail silahlı güçleri tarafından saldırıya uğradı ve yardım organizasyonuna ait gemide bulunan bir grup silahsız insan şiddet gördü ve dokuz sivil insan öldürüldü. Komor Adalarının bayrağını taşıyan gemi içindekilerle birlikte İsrail’in Aşdod Limanına götürüldü ve orada birtakım muameleye tabi tutuldu. İçinde Yunan, İspanyol, Türk, Müslüman, Hıristiyan ve Musevi her çeşit insan olduğuna herkes şahit oldu. Bir grup Müslüman Türkün ön plana çıkıp cesaret göstermesi sonucu şehit olmaları bu özelliğini değiştirmez.
Mavi Marmara sivil bir organizasyondur. Gönüllü olarak yola çıkan gemiye binen insanlar bu gemiye zorla bindirilmediler. Gönüllü olarak yardım organizasyonuna katılan insanlar herhangi bir devletin vatandaşı olsalar da o ülkelerden bağımsız bireylerin yer aldığı Mavi Marmara sivil bir organizasyondur. Türkiye’den hareket eden gemiye ne devlet ne de hükümet yetkilileri müdahale etmiştir. Pek çok görüşü bir arada barındıran bir Parti olan AK Parti de organizasyonu farklı değerlendirenler olsa da gemi uzaktan gözlendi. Farklı görüşler söylense de geminin hareketine karşı bir baskı gelmediği kanaatindeyim.
Mavi Marmara deyince aklıma şehitler, Bülent Yıldırım, Ebubekir Kurban, Hakan Albayrak, Furkan Doğan, Mavi Marmara Risalesinde “O güzel insanlar o güzel gemilere binip gittiler…” diyen Bülent Akyürek geliyor. Bülent ağabey Mavi Marmara Risalesini gemiye binemememsinin kefareti sayıyordu. Ya şehit Furkan Doğan’a ne demeli. Gençliğinin baharında bu vicdan gemisine binerek biz ihtiyarlamış ruhlara can verdi.
Mavi Marmara Gemisi Gazze’ye yardım götürmek için yola çıktığı tarihten 8 ay önce Gazze’de insan hakları ihlallerini ortaya seren bir rapor yayınlandı. Gladstone Raporu olarak nam salan rapor Richard Goldstone tarafından hazırlandığı için bu adı aldı. Rapor kısaca İsrail’in Gazze’de yaptığı insanlık dışı saldırıları özetliyordu. 27 Aralık 2008 tarihinde, İsrail’in dünyanın gözü önünde Gazze’ye saldırması dünya kamuoyunun büyük tepkisini çekti. BM İnsan Hakları Komisyonu, Gazze’de meydana gelen olayların araştırılması için 3 Nisan 2009 tarihinde 4 kişiden oluşan bir Araştırma Komisyonu kurdu. Komisyonun Başına Güney Afrika eski Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi eski Savcısı olan Richard Goldstone getirildi. BM İnsan Hakları Konseyi İsrail’in Gazze’ye düzenlediği askeri operasyonları ‘savaş suçu’ olarak adlandıran ‘Goldstone Raporu’nu kabul etti. 47 ülkenin üye olduğu Konsey’de, İsrail aleyhine kullanılan 25 oyla İsrail’in suçlu olduğu kabul edildi. AB ülkelerinin çoğunluğu ve ABD İsrail lehine oy kullandılar.
Rapor 2010 yılında Filistin Platformu İmar ve Dayanışma Derneği tarafından Türkçe olarak yayınlandı. Bu eser Platformun da ilk yayını ve internet sitesinde yer almaktadır. Yine Platformun Goldstone Raporu ve Uluslararası Hukuk adıyla raporu ve uluslar arası mevzuatın analiz edildiği bir ikinci yayını daha bulunmaktadır.
2010 yılında yaşanan insanlık dışı bir saldırı ile BM in İnsan Hakları Komisyonunca hazırlanan ve Gazze’de yaşanan saldırıların bir insan hakları ihlali sayan Raporunun ortak yanı olmaz mı diye düşündüm. BM Güvenlik Konseyinde zorda olsa alınan tüm aleyhte kararları hiçe sayan bir anlayışın hüküm sürdüğü mevcut uluslar arası düzen açısından elbette Goldstone Raporu çok önemli. Ancak şurası da açık ki ne bu Raporu önemsiz kılacak, yok sayacak yorumlara ne de aşırı kutsama yoluna gidilmelidir diye düşünüyorum.
Amacım bu yazıda hem Mavi Marmara Yardım Gemisine yapılan saldırı olayını hatırlamak, hatırlatmak ve Goldstone Raporunu da bu vesileyle tanıtmaktır. Elbette ülkemizde Mavi Marmara Davası adıyla yargı süreci işlemektedir. Süreci aşağı yukarı herkes takip ediyordur. Bu konuda iyimserim. İHH gibi uluslararası sivil toplum kuruluşları ve onlarca avukatın takip ettiği dava görülmeye devam ediyor. Saldırıyı gerçekleştirenler yaptıklarının bir insanlık suçu olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklar. En azından uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe sayan zalim anlayış yaptıklarının cezasız kalmayacağını görmüş olacak.
Mavi Marmara’ya yolcu olanlara selam olsun…

Mehmet Altuntaş
7 Temmuz 2014

https://40lar.com/939/
Öne çıkan

MEHMET AKİF ERSOYUN HAK VE HÜRRİYET ANLAYIŞI

MEHMET AKİF ERSOY’UN HAK VE HÜRRİYET ANLAYIŞI
Mehmet Altuntaş ) Sebilürreşad
“Hakkıdır Hakka tapan milletimindir istiklal” diyerek bir milletin istiklal marşını yazan Mehmet Akif yaygın olarak vatan ve istiklal şairi olarak bilinse de kanaatimizce O, hak, hürriyet ve vicdan şairidir aynı zamanda. Hayatı çilelerle ve ıstıraplarla geçmiş olmasını neredeyse tüm şiirlerine yansıtmıştır. Birinci Dünya savaşı günlerini, Balkan ve Çanakkale Savaşlarını, hülasa koca Osmanlı Devleti’nin göz göre göre parçalanmasını görmüş, Anadolu’nun kurtuluşuna koşar adımla gitmiş, şehir şehir gezerek nefesi yettiğince milli mücadeleye gövdesi ile destek vermiştir. Sırtında paltosu olmamasına rağmen verilen ödüle tenezzül etmemiş yeni devletin marşını bila bedel yazmıştır. O’nun iman dolu göğsü vatan sevgisi ile doluyken işgale ve zulme geçit vermemiş, adaletsizliği gördüğünde gür sesini şiirleriyle haykırmış, milletin selameti için vatanını geçici olarak da olsa terk etmeyi göze almış bir mücahit idi O. Akif’in vicdanı her şeyden önce hakkı, hakikati ve hürriyeti vicdanının sesiyle gür biçimde dile getiren korkusuz bir şair idi.
Yeniden Sebilürreşad Dergisinin Editörü şair ve yazar Cevat Akkanat’ın “Özgün Bir Toplum Kurucu Mehmet Akif Ersoy” adlı eserinin giriş bölümünde Akif’i tanımlayan şu satırlar konumuza giriş yapmamız için çok anlamlı olacaktır. “Mehmet Akif”, imanıyla, ahlakıyla, ilmiyle, şiiriyle, fakat hepsinden önce cismiyle tam ve sağlam bir insandır. Milletinin gönül dili, iman, irade ve azim sesi olmuş büyük bir düşünce adamı ve şairdir. İlhamını Kuran ve Peygamberden alan Mehmet Akif, inandığını tam olarak yaşayan, her şeyini dinini ve milleti için feda edebilen büyük bir şahsiyettir.
Mehmet  Akif milli şairimiz olmasının yanında fikrî ve edebî çabasını milletinin hizmetine seferber etmişti. O, sadece Osmanlı Devleti için değil İslam coğrafyasında tüm Müslüman milletleri dert edinmiş, Dünyada Müslüman milletlerin sıkıntılarına çare bulmak için he türlü fedakârlığa varım demiştir. Kısacası Akif hak ve hürriyet yolunda idealleri olan münevver bir şairdi.
Ömrünün büyük kısmı vatanın düşman işgâlinden kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı mücadelesiyle geçen Mehmet  Akif’in sahip olduğu değerler arasında hürriyet kavramının önemli bir yeri vardır. Denebilir ki hürriyet onun değerleri arasında, listesinin üst sıralarında yer alan birkaçı arasındadır. Hürriyet uğruna savaşılması gereken yüce bir değer, insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz koşuludur. Hürriyet kavramı İstiklal Marşı dahil Akif’in Safahat’ta topladığı şiirlerinde otuzdan fazla yerde, hürriyet kavramı geçmektedir. Ayrıca Safahat’ta Hâlık-I Hürriyet’e ve Hürriyet başlıklı iki şiiri vardır.
HALIK-I HÜRRİYET’E*
Madem ki gördün bu güzel günleri artık,
Ey millet–i merhume hayatın ebedidir.
İkbalini teyid edecek nasr–ı Îlâhi
Ümmid kavi, çünkü mevâid kavidir.
fâkta enfüste ayân, şevk ile biz de
Kalkın edelim Hâlık–ı hürriyete secde.
21 Temmuz 1910
Hak kavramı; Akif sadece istiklal marşında 6 defa hak kelimesini kullanmıştır. Bunu kimi zaman yüce Allah anlamında kimi zaman insan hakkı anlamında kullandığı yerler bulunmaktadır. Mesela Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal derken hem hakkıdır derken milletin hakkından hem de Hakka tapan derken Allah’tan bahsetmektedir.
Meclis’te şiirin ilk defa okunduğu 1 Mart celsesine Mustafa Kemal Paşa, resmen kabul olunduğu 12 Mart celsesine ise şiiri Meclis’te seslendiren şair ve yazar Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlık etmişlerdir. Son toplantıda, Mustafa Kemal Paşa’nın da Meclis’teki herkes gibi, büyük bir heyecan içinde, ön sırada ve ayakta alkışlayarak şiiri dinlediği tarihlerde kayıtlıdır. Sonraki günlerde beste çalışmaları yapıldığı sırada, Mustafa Kemal Paşa, “Marş’ın en beğendiği yerinin: Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl… mısraları olduğunu” söylemiştir.
Ömrünün büyük kısmı vatanın düşman işgâlinden kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı mücadelesiyle geçen Mehmed  Akif’in sahip olduğu değerler arasında hürriyet kavramının önemli bir yeri vardır. Denebilir ki hürriyet onun değerleri arasında, listesinin üst sıralarında yer alan birkaçı arasındadır. Hürriyet uğruna savaşılması gereken yüce bir değer, insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz koşuludur. Mehmed  Akif, hür, hürriyet ve istiklâl sözcükleri ile ifâde ettiği özgür yaşama biçiminin çocukluktan beri âşığıdır. Bu düşüncesini Zulmü Alkışlayamam adlı şiirinde açıkça ifade eder. Kimi mısralarında zalim, zulüm, mazlum ve haksızlık kavramlarını kullanmıştır. Onun haksızlık karşısında susmayan gür bir ses olduğunu da şu mısralarından hatırlıyoruz.
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma sadırdı mı, hattâ boğarım…
– Boğamazsın ki!
– Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu..
(Asım)
Bu şiir, Mehmed  Akif’in çocukluğundan beri hürriyete/özgürlüğe karşı beslediği sevginin yanında geçmişine ve köklerine olan bağlılığın, değerbilirliğin ve vefâ duygusunun da somut bir belgesidir. Yere, zamana ve duruma göre davranan, menfaatleri için renkten renge giren ve bu uğurda her yolu mübah sayan tiplerin karşısında örnek alınması gereken saygın bir duruşu ifade etmektedir onun duruşu.
İstiklal ve hürriyeti bir yaşam tarzı olarak benimseyen hürriyet aşığı Mehmet  Akif,
Sade hürriyeti ilan ile bir şey çıkmaz
Fikri hürriyeti hazmettiriniz halka biraz.
dizeleriyle, sadece hürriyetin ilan edilmesinin yeterli olmadığını, herkesin bu bilince sahip olması, hürriyet fikrinin gönüllere yerleşmesinin gerektiğini ifade etmiştir.
Kurtuluş savaşımızın arka planında, vatanı işgalden, milletimizi baskılardan kurtarma, özgür bir ortama kavuşma, temel değerlerimizi hâkim kılma, dağılmış olan Müslüman potansiyelini yeniden birleştirme gibi gayelerin yattığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle, kurtuluş savaşımızın özünde, temel hak ve hürriyetlerin elde edilmesi bulunmaktadır.
Zamanımızın önemli bir değeri olan insan hakları kavramı yirminci yüzyılın ortalarına doğru (10 Aralık 1948) ortaya çıkmış batı orijinli bir kavram olmasına rağmen Akif’in şiirlerinde hak ve hürriyet kavramını çok daha evvel dile getirmiştir. İnsanların haklarını birinci kuşak negatif statü hakları yani klasik haklar, ikinci kuşak pozitif statü hakları yani isteme hakları siyasi, ekonomik ve sosyal haklar, üçüncü kuşak olarak da adlandırılan aktif statü hakları veya dayanışma hakları şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaktadır. Buna Jellinek Üçlüsü de denilmektedir. Alman hukukçu Georg Jellinek tarafından yapılan temel hak ve hürriyetleri ayırma yöntemidir. Bu yöntemde haklar üçe ayrılır. Bu haklar; negatif, pozitif ve aktif statü hakkıdır. Günümüzde insan hakları denince, öncelikle kişilerin yaşama hakkı, daha sonra da bununla yakından ilişkisi bulunan, işkence ve kötü muamele görmeme, ayrımcılığa tabi olmama, çalışma, seyahat, din ve vicdan hürriyeti, özel hayatın gizliliği gibi temel hak ve hürriyetler akla gelmektedir.

Anadolu halkının iman gücüne dayanılarak başlatılan Kurtuluş savaşımızın arka planında, vatanı işgalden, milletimizi emperyalist işgalcilerin baskılardan kurtarma, özgür bir ortama kavuşma, temel değerlerimizi hâkim kılma, dağılmış olan Müslüman potansiyelini yeniden birleştirme gibi gayelerin varlığı inkar edilemez. Binaen aleyh, kurtuluş savaşımızın özünde, temel hak ve hürriyetlerin elde edilmesi yeralmaktadır.
Günümüzde insan hakları denince, öncelikle kişilerin yaşama hakkı, daha sonra da bununla yakından ilişkisi bulunan, çalışma, seyahat, din ve vicdan hürriyeti, özel hayatın gizliliği gibi temel hak ve hürriyetler akla gelmektedir.
Çağdaş literatürde temel hak ve hürriyetler; a) şahsî hak ve hürriyetler, b) manevî hürriyetler, c) sosyal ve iktisadî hak ve hürriyetler ile d) siyâsî hak ve hürriyetler olmak üzere dört ana başlık altında incelenmektedir. Bunlar bağlamında Mehmet Akif’in bazı şiirleri, dikkatinize sunulacaktır.
Şahsi Hak ve Hürriyetler
Genel olarak şahsi hak ve hürriyetler, kişinin dokunulmazlığı, seyahat ve yerleşme hürriyeti ile özel hayatın gizliliğinden oluşmaktadır. Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
Şahsî hak ve hürriyetler çerçevesinde ele alınan kişi dokunulmazlığı, insanın hem maddî, hem de manevî hayatı bakımından söz konusudur. Bunun tabiî bir sonucu olarak da, insanlara zulmedilmez; hâkim kararı bulunmadan hürriyetleri kısıtlanamaz.
İnsanın tabiî ve temel haklarından olan ve İslâm’ın güvence altına aldığı “kişinin dokunulmazlık hakkı”, ancak vatanın hür ve bağımsız olmasıyla mümkündür.
Mehmet  Akif’e göre, başta yaşam olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin korunması ve özgürlüklerin yaşanması, vatanın hür ve bağımsız olmasına bağlıdır. İstiklal ve hürriyetlerini kaybeden toplumlar yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme haklarını yitirirler.
Bunu bir şiirinde şöyle anlatmaktadır:
Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu…
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecâ’atle çekilsin kucağa…
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl…
İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlal,
Başka bir şiirinde de şöyle demektedir:
İlâhî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı.
Ne ma’sûm ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne bîkes hânümanlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!
Bunun için, başta yaşam olmak üzere temel hak ve özgürlükleri elde etmek amacıyla vatanın kurtuluşu için çalışmak, asla ümit kesmemek gerekir:
Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak!
Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır,
Ayrıca ona göre, vatanın düşmandan kurtarılıp hürriyete kavuşması için, gerekirse can da dâhil, sahip olunan her şey fedâ edilmelidir.  kif bu inancını, İstiklal Marşımızın yedinci kıtasında şöyle ifade etmektedir:
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Manevî Hürriyetler
Manevî hürriyetler içinde yer alan hak ve özgürlükler, daha çok insanın kalbi ve vicdanı ile ilgili hürriyetler olup, genel olarak düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti ile bu çerçevede yer alan din ve vicdan hürriyetinden oluşmaktadır.
İnsanca yaşamanın, insan haklarının en önemlilerinden biri de din ve vicdan hürriyetidir. İnsanlar diğer hiçbir alanda olmadığından daha çok, din ve inanç hürriyeti konusunda duyarlı olmuşlar, inançlarını koruma noktasında ölümü dahi göze almışlardır. Din ve vicdan hürriyetinin muhtevasını; iman etmek, bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre ibadet etmek, dinin emirlerini yerine getirmek, dinini öğrenmek ve öğretmek oluşturmaktadır.
Din ve vicdan hürriyeti açısından kurtuluş savaşımız gerçekten çok önemli bir yer tutmaktadır.
Mehmet  Akif, din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin yaşanabilmesi için ülkenin hür ve bağımsız olması gerektiğini savunur. Nitekim o, 15 Ekim 1920 Cuma günü Çankırı Ulu Cami’de yaptığı bir vaazda, hürriyet olmadan Cuma namazının kabul olmayacağını, kâfirin işgali altında olan ülkedeki halifenin de, halifeliğinin geçerli olmayacağını belirtmiş, vatanın kurtuluşu için cihat edilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır[1].
Akif, dini özgürlüklerin ancak hürriyet ve istiklalle mümkün olduğunu belirttiği bir şiirinde şöyle demektedir:
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.
Söyletip başka memâlikteki mahkûmîni…
Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz kıymetini.
Yoksa, onsuz ne şu dünyâ kalır İslâm’a, ne din,
Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübîn.
Mevlid Kandili münasebetiyle yazdığı “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlıklı şiirinde ise, bu düşüncesini şöyle ifade etmektedir:
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvâh, o da leyl-i matem oldu!
Alem bugün üç yüz elli milyon
Mazluma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki Şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minare ebkem oldu.
Allâh için, ey Nebiyy-i ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.
Diğer taraftan, “Ordunun Duası” başlıklı şiirinde, Allâh’a sığınıp, din ve vicdan hürriyetini kaybetmemek için şöyle dua eder:
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…
Müslüman’ız hakka tapan Müslüman.
Putları Allâh tanıyanlar, aman,
Mescidimin boynuna çan takmasın.
“Amin!” desin hep birden yiğitler,
“Allâhu Ekber!” gökten şehitler.
“ mîn!” ,“ mîn!”, “Allâhu Ekber!”
Din ve vicdan hürriyeti, insanın hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın düşünmesi, kendi aklıyla hadiseleri değerlendirmesi ve zihnî gayretleriyle doğruyu bulmasını gerektirir. İslâm’ın öngördüğü din özgürlüğü de böyledir. Zira din ve inanç, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur; zorla kabul ettirilen inancın hiçbir anlamı yoktur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara 2/256) hükmüyle ifadesini bulmuştur.
Buna göre insan, dinini seçme ve yaşama konusunda tam bir hürriyete sahiptir. Çünkü o, hür olarak yaratılmıştır. Akif insanın tam bir hürriyetle yaratıldığını ve hür iradesiyle iman etmesinin onu yükselteceğini, şöyle dile getirmektedir:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allâh korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-i Yezdânın
Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen ne vicdânın.
Hayat artık behîmîdir… Hayır ondan da alçaktır:
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Allâh insanı hür yaratmış; ona irade, kendi fiillerini tercih etme yetisi vermiştir. Bunun için herkes, yaptıklarından sorumludur; kader ve tevekkülün ardına sığınamaz. Akif, sorumluluklarından kaçıp, kader ve tevekkül ardına gizlenenleri şöyle eleştirmektedir:
Kadermiş, öyle mi? Hâşâ bu söz değil doğru,
Belanı istedin Allâh da verdi doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabi netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya
Bütün o işleri Rabb’im görür; vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir.

Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?
Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân’a?
Kader senin dediğin yolda Şer’a bühtandır.
Tevekkülün hele, hüsran içinde hüsrandır.
Kader ferâiz-i imana dahil…  mennâ…
Fakat yok onda senin saymış olduğun mânâ.
Siyâsî Hak ve Hürriyetler
Vatandaşlık; seçme, seçilme ve siyasi faaliyetlerde bulunma; parti kurma, partiye girme ve ayrılma; kamu hizmetlerine girme; şikâyet ve dilekçe hakkı gibi hak ve özgürlükler siyasî hak ve hürriyetler kapsamında yer almaktadır.
Mehmet  Akif, siyâsî hakları savunmuş; baskıcı rejimleri ise tenkit etmiştir. Nitekim “Acem Şahı”, “İstibdâd”, “Hürriyet”  ve diğer bazı şiirlerinde, istibdadı yermiş, hürriyeti övmüştür. O şiirlerinde istibdâdı, kirli, aşağılık, karanlık gibi sıfatlarla vasfederken, hürriyeti beyaz entarisiyle Cennetten inmiş kar gibi kıza benzetmiştir.
Fakat o, hürriyeti kayıtsız-şartsız özgürlükler olarak görmez. Nitekim hürriyeti; bağırıp çağırma, nara atma; okuldan kaçıp sahnelere gitme; pis ve kirli konuşma; ana avrat sövme; bölücü yayınlar yapma; fuhuş yapma; din aleyhinde gösteri yapma; nefsani arzulara uyma vb. işleri yapmaya müsait bir ortam olarak anlayanlarla alay etmiş; milleti uyandırmaya çalışmıştır:
Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, Pazar
Na’radan çalkalanıyor! Öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkılıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş!
Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok, rabıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vasıta yok.
“Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı”
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyik ile ta’lim, o da bir istibdâd…
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.
Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine,
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Mehmet  Akif, hürriyet ve istiklâl kavramlarından, sadece vatanın düşmandan kurtarılmasını ve özgürce yaşamayı anlamamıştır. O, makam ve mal hırsı gibi dünyalığın esaretinden kurtulmayı da hürriyet olarak değerlendirmiştir.
İnsan, tabiatında bulunan mal ve aşırı lükse düşkünlük gibi zafiyetlerden kurtulmalıdır.  Akif’e göre, bunların oyuncağı olmak, mal ve makam elde etmek için dalkavukluk yapmak esaret; bunlardan kurtulmak ise gerçek hürriyettir. “Zulmü Alkışlayamam” adlı şiirinde, bu konuda irade ve nefse hâkim olmanın kişiyi gerçek hürriyete kavuşturacağını ifade etmektedir:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hatta boğarım…
– Boğamazsın ki!
                       – Hîç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hîç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Mehmet  Akif bu mısralarında, hayatı boyunca hürriyetini, maddenin önünde tuttuğunu; hiçbir zaman onun esiri olmadığını ortaya koymuştur. Nitekim o, en sıkıntılı zamanlarında bile cebindekini ve elindekini fakir, kimsesiz ve yoksullarla paylaşmış; İstiklal Marşının yazılması için o günün parasıyla bir servet değerindeki mükâfatı hiç tereddütsüz reddedebilmiştir.  Akif bu söylemi ve özelliğiyle; yere, zamana ve duruma göre davranan, menfaatleri için renkten renge giren ve bu uğurda her yolu mubah sayan tiplerin karşısında, örnek alınması gereken saygın bir duruşu ortaya koymuştur.
Akif, bu ilkeli ve onurlu tavrını, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne üye olurken de göstermiştir. Üyeliğe kabulde imzalanan yemin metninde, “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” ifadesini görünce, hemen itiraz etmiş, “Ben ancak akla ve vicdana uygun emirlere uyarım. Mutlak bağlılık sözü veremem” demiştir. Bu olay üzerine, uzun tartışmalar sonunda yemin metni değiştirilmiştir. Daha sonra Cemiyet’in batıcı, ırkçı, menfaatçi yaklaşımları nedeniyle, karşı duruş sergilemiştir.
İstiklal ve hürriyeti bir yaşam tarzı olarak benimseyen hürriyet aşığı Mehmet  kif,
Sade hürriyeti ilan ile bir şey çıkmaz
Fikri hürriyeti hazm ettiriniz halka biraz.
dizeleriyle, sadece hürriyetin ilan edilmesinin yeterli olmadığını, herkesin bu bilince sahip olması, hürriyet fikrinin gönüllere yerleşmesinin gerektiğini ifade etmiştir.

Manevî hürriyetler içinde yer alan hak ve özgürlükler, daha çok insanın kalbi ve vicdanı ile ilgili hürriyetler olup, genel olarak düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti ile bu çerçevede yer alan din ve vicdan hürriyetinden oluşmaktadır.
İnsanca yaşamanın, insan haklarının en önemlilerinden biri de din ve vicdan hürriyetidir. İnsanlar diğer hiçbir alanda olmadığından daha çok, din ve inanç hürriyeti konusunda duyarlı olmuşlar, inançlarını koruma noktasında ölümü dahi göze almışlardır. Din ve vicdan hürriyetinin muhtevasını; iman etmek, bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre ibadet etmek, dinin emirlerini yerine getirmek, dinini öğrenmek ve öğretmek oluşturmaktadır.
Din ve vicdan hürriyeti açısından kurtuluş savaşımız gerçekten çok önemli bir yer tutmaktadır. Mehmet  Akif, din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin yaşanabilmesi için ülkenin hür ve bağımsız olması gerektiğini savunur. Nitekim o, 15 Ekim 1920 Cuma günü Çankırı Ulu Cami’de yaptığı bir vaazda, hürriyet olmadan Cuma namazının kabul olmayacağını, kâfirin işgali altında olan ülkedeki halifenin de halifeliğinin geçerli olmayacağını belirtmiş, vatanın kurtuluşu için cihat edilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.
Gerek yıkımlarla dolu sıkıntı ve ıstırap dolu yılların  kif’i, gerekse bu yılların hemen akabinde başlayan Cumhuriyet devrinin  Akif’i, ideal bir toplumun ortaya çıkması için çabalayan, düşünen, fikir üreten ve aksiyon alıp harekete geçen lider ruhlu bir münevverdir.
Mehmed  Akif, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenik sayılmasıyla Anadolu’nun savaş galibi emperyalist ülkeler ve işbirlikçileri tarafından işgali sonrası başlatılan millî mücâdeleye etkin olarak katıldı. Bir yandan şiir ve yazılarıyla halkı Millî Mücadele’ye katılma yönünde ikna etmeye çalışırken, diğer yandan Eskişehir, Bursa, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya, Konya ve Kastamonu gibi farklı il ve ilçelerde câmilerde halka vaazlar verdi, cephede ise askerlere hitaben Millî Mücadele’yi destekleyen konuşmalar yaptı. “Mehmed  Akif‟in Ankara‟ya giderek “Kuvâ-yı Milliye‟ye katılmış olması, bütün millet üzerinde çok müsbet bir te‟sir uyandırmıştır. Mehmed  Akif‟in sağlam imanı, itidali ve akl-ı selimi ile, o ağır şartlarda mümkün olan en meşru, makul ve doğru olan kararı vereceğine güvenildiği için, onun bu harekete katılarak, onaylamış olması, Millî Mücâdele‟nin, Birinci Dünya Harbi‟ne katılışımız gibi, “İttihatçıların, sonu kötü bitecek bir macerası” olacağından korkan veya “devlete karşı isyan” olduğunu düşünerek samimiyetinden şüphe eden birçok kimseyi tatmin etmiş ve onların da maddî manevî güçleriyle mücadeleye katılmalarını sağlamıştır. Onun sessiz, mütevâzı, hiç kimsenin başına kakmadan, övünmeden, makam ve maaş beklemeden ve insanların kendisinden böyle bir şey beklemediği bir sırada, her şeyini tehlikeye atarak yaptığı bu büyük fedâkârlık ve kısacası “Büyük Vatanseverlik‟in değerini bilen tarih ve fikir adamları, hiç tereddüt etmeden Mehmed  Akif‟e, “İstiklâl Savaşımızın Manevi Önderi” sıfatını vermişlerdir.”
Böylesi felaketler çağının mütefekkir şairi olarak  Akif, milletinin bütün ıstıraplarını hissetmiş ve bunların giderilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Günümüz nesli bugün yaşadığımız modern çağın çarpıklıklarını çıplak biçimde gördükçe daha ötesi hissettikçe haktan, adaletten eşitlikten, vicdandan daha çok bahsetmeye başlamıştır. Malum gençliğin Mehmet Akif’ten bihaber Onun Asımın Nesli idealinden uzak kalması kabul edilemez. Son olarak önerimiz şudur: Hak ve hürriyet bilinci oluşturmak adına muhakkak lise düzeyinde Safahat okuma dersi konulmalı ve nesillerimiz adaleti, hakkı, hürriyeti, eşitliği asli asli menbaından öğrenmelidir.
Sonuç olarak Mehmet Akif iman sahibi hak aşığı bir şair olarak haksızlıklara karşı çıkmış, adaleti, hürriyeti savunmuş vicdanının sesi olmuş şiirlerinde bu ifadeleri güçlü biçimde dile getirmiştir. En büyük delili de İstiklal Marşında son satırlarda yeralan “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” mısrasında özetlenmiştir.
Yararlanılan kaynaklar:
Cem TUNA, Safahat’tan Günümüz İnsan Hakları Eğitimine Yansımalar, Turkish Studies – Educational Sciences, eISSN: 2667-5609, Internatıonal Balkan Unıversıty http://www.turkishstudies.net/education, Araştırma Makalesi, Sponsored by IBU
Cevat AKKANAT, Özgün Bir Toplum Kurucu; Mehmet Akif, SR Yayınları, Ankara, 2020.
Gencay ZAVOTÇU, Mehmed Akif’in Şiirinde Hürriyet ve Vatan Kavramı, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2012, Cilt.1, Sayı:1.
İbrahim PAÇACI, Mehmet Akif’in İstiklâl ve Hürriyet Anlayışı, http://ibrahimpacaci.com.tr/index.php/vaaz-ve-konferanslar/27-mehmet-akif-in-istiklal-ve-hurriyet-anlayisi
Mehmet Akif ERSOY, Safahat, Hece Yayınları, 3. Baskı, Ankara, Ocak 2010.
M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Safahat, Bağcılar Belediyesi Kültür Yayınları, 1. Baskı Ekim 2014.
Mehmet GÜNEŞ, Mehmet  Akif’in Şiirlerinde Vicdan, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi 3. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, İstiklal Marşının Kabulünün 100. Yılı Bildiriler Kitabı
Necmettin TURİNAY, Safahat, İstiklâl Marşı’nın 100. Yılına Armağan- 1, TBMM Başkanlığı Yayını, 1. Baskı Mart 2021 Yazarlar Birliği Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu

TİHEK Başkanı Arslan, ‘postmodern darbenin’ insan hakları ihlallerini anlattı

TİHEK Başkanı Arslan, “Bu süreçte dinin görünür alanlarda bulunması menedildi. ‘Özel hayatta kimsenin dinini yaşamasına engel olmayız ama kamusal hayata dini görünürlükleriyle çıkamaz’ gibi bir yaklaşım öne çıkarıldı.” dedi.
Aybüke İnal Kamacı |
28.02.2021

TİHEK Başkanı Arslan, ‘postmodern darbenin’ insan hakları ihlallerini anlattı

Fotoğraf: Süleyman Arslan/AA Ankara

Avukatlık yaptığı yıllarda orta öğretimde başörtüsü yasağının kaldırılması için etkin çalışmalar yürüten ve başörtüsüne özgürlük yolunu açan ilk Danıştay kararına vesile olan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Başkanı Süleyman Arslan, “postmodern darbe”nin 24. yılı dolayısıyla AA muhabirine açıklamalarda bulundu.

Arslan, Refahyol Hükümeti’nin başarılı icraatlarıyla ön plana çıktığı bir dönemde kamuoyunda irtica ve laiklik sendromu oluşturulduğunu anımsatarak, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı senaryolarıyla halkın dindar insanlardan soğumasına neden olabilecek ve bunun arkasında iktidarın olduğu hissini uyandıracak çalışmalar yürütüldüğünü söyledi.

Bu süreçte dindar insanların fişlendiğini, görevlerinden uzaklaştırıldığını, ekonomik ve ticari faaliyetlerinin engellenmeye çalışıldığını hatırlatan Arslan, özellikle Milli Eğitim Bakanlığında görev yapan başörtülü öğretmenler hakkında “kılık kıyafet kanununa” uymadıkları gerekçesiyle disiplin işlemleri yapıldığını, daha sonra “çalıştıkları kurumun huzur ve sükununu bozdukları” gerekçesiyle memuriyetten çıkarıldıklarını anlattı.

Bunun, laikliğe sahip çıkarak götürülmeye çalışılan bir proje olduğunu ancak laikliğin, toplumu dinden uzaklaştırmak şeklinde uygulanmaya çalışıldığını dile getiren Arslan, şunları kaydetti:

“Laikliği aslında kimsenin taktığı yoktu. O, darbecilerin sadece bahanesi oldu. Toplumu dinden arındırma, uzaklaştırma projesine dönüşmüş oldu. Bu süreçte dinin görünür alanlarda bulunması menedildi. İşte ‘özel hayatta kimsenin dinini yaşamasına engel olmayız ama kamusal hayata dini görünürlükleriyle çıkamaz’ gibi bir yaklaşım öne çıkarıldı. Bu, tabii insan hakları açısından kabul edilebilir bir şey değil.

Bizim kanunumuzda devletin laik olduğu tanımlanmıştır ama toplum laik olarak tanımlanmamıştır. Toplum laik değil, demokratik toplumdur. Demokratik toplum, herkesin inançlarını özgürce, hürce yaşadığı toplumdur. Dolayısıyla toplumu laikleştirme projesi altında siz, insanları dinden uzaklaştırmaya çalıştığınız zaman bu aslında din ve vicdan hürriyetine vurulmuş en büyük darbedir.”

“İnsan hakları savunucuları iyi bir sınav veremedi”
Bu durumun demokrasiyi zarara uğrattığını ve toplumda devlet-millet çatışması yaşanmaya başladığını ifade eden Arslan, insan hakları savunucularının da bu noktada iyi bir sınav veremediğine dikkati çekti. Arslan, dindarlara yönelik postmodern darbe yapıldığı için insan hakları kurumları, sendikaları ve örgütlerinin de demokratik davranamadığını ve darbecilerle iş birliği yaptığını aktardı.

Arslan, “28 Şubat süreciyle eğitim hakları ihlal edildi, din ve vicdan hürriyeti ihlalleri oldukça fazla oldu. Vatandaşların, kamu hizmetlerine girme hakları engellendi. Ayrımcılık yasağı ihlalleri çok fazlaydı. Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü ortadan kaldırıldı, onlara müdahaleler oldu ve tabii bu süreç devam ederken halkın seçme ve seçilme hakları da ihlal edildi.” diye konuştu.

İlerleyen dönemde, halkın seçim zamanında iradesini ortaya koyduğunu anlatan Arslan, böylece yeni bir hükümetin ortaya çıktığını ve özgürlükçü bir yaklaşımla 28 Şubat’ta alınan kararların ortadan kaldırıldığını vurguladı.

“Türkiye’nin insan hakları alanında kendine geldiği dönemleri görüyoruz”
Arslan, 2012’de Türkiye İnsan Hakları Kurumu ve Kamu Denetçiliği Kurumunun kurulduğunu, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının getirildiğini, bunların, Türkiye’nin insan hakları mücadelesinde önemli bir kazanım olarak ortaya çıktığını belirtti.

Şu anda yargıda reform çalışmaları yapıldığını ve gelecek hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklayacağını hatırlatan Arslan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Türkiye’nin insan hakları alanında kendine geldiği dönemleri görüyoruz. Bu nasıl oldu? Devlet ve millet kaynaşmasıyla oldu. Devlet ve millet artık enerjisini kendi içinde tüketmek değil, o birlik ve beraberlik ruhuyla ülkemizi çağdaş, muasır medeniyet seviyesinin çok üstüne çıkarmaya çalışıyor. Tabii bu süreç zaman içerisinde yine akamete uğratılmaya çalışıldı. Mesela 15 Temmuz hain darbe girişimi de bunlardan birisiydi ama bütün bunlara rağmen biz, ülke olarak içeride birliği, beraberliği sağladığımız için bütün terör örgütlerine karşı mücadelelerimizde başarılı olduk, başarılı oluyoruz.”

Öte yandan Arslan, 1960 darbesinin sonuçlarını ortadan kaldırmak için kurulan “27 Mayıs 1960 Askeri Darbe Mağdurlarının Zararlarının Tazmini Amacıyla Kurulan Komisyon” uygulamasını anımsatarak, bunun benzerinin 28 Şubat mağdurları için de hayata geçirilmesi gerektiğini ifade etti

Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/28-subat/tihek-baskani-arslan-postmodern-darbenin-insan-haklari-ihlallerini-anlatti/2159674

TÜRK AİLE HUKUKU TARİHÇESİ

TÜRK AİLE HUKUKU TARİHÇESİ / H.Cem KANIBİR (Türkolog)

Kanun tarihimizde aile hukukunu düzenleyen üç kanun vardır.

1) Hukuk-ı Aile Kararnâmesi (1917-1919)

2) 743 sayılı Türk Kanun-ı Medenîsi (1926-2002)

3) 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (2002-…)

Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nin Ana Hatları:

18 yaşını bitirmiş erkekler ile 17 yaşını bitirmiş kızlar ailelerinin izni olmaksızın evlenebilir.

9 yaşın altında evlilik yasaktır. 9-18 yaş arası evlilikler ailelerin iznine bağlıdır.

Erkek için ikinci kadın yasağı nikah akdine konulabilir olmuştur.

Zorlamayla evlilikler de boşanmalar da geçersiz kılınmıştır.

Erkeğin sarhoş iken yaptığı talâk (boşama) geçersiz kılınmıştır.

Kadınların, erkeği boşayabilme sebepleri genişletilmiştir.

Geçimsizlik durumunda boşanmadan önce arabulucu heyet görevlendirilmektedir.

Nafaka ve velayet konuları bu kararnâmede yoktur. Bunlara dair hükümler farklı mahkemelerde Hanefi-Şafi-Hanbeli-Maliki fıkıh yaklaşımlarına göre farklı farklı kararlar halinde verilmiştir.

743 sayılı (Atatürk dönemi) Türk Kanun-ı Medenî’sinin (aile hukukuna dair kısımlarının) Ana Hatları:

ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK MEDENİ KANUNU’NDAKİ AİLE HUKUKU HÜKÜMLERİ / H. Cem KANIBİR (Türkolog)

Atatürk dönemi 743 sayılı Türk Medeni Kanunu, birilerinin iddia ettiği gibi bir gecede İsviçre Medeni Kanunu’nun çevirisi olarak değil Türk toplumunun milli, dini ve kültürel değerlerine uygun olarak Mecelle temel alınarak 11 ay 3 günde hazırlanmış ve yürürlüğe girmiştir.

Bu gerçek, dönemin Türk Kanunu Medenisi, Mecelle ve İsviçre Medeni Kanunu’nun üçlü karşılaştırılmasıyla açıkça görülebilecekken tarihi, tevatür üzerinden duyumla öğrenme kolaycılığı ve çeşitli siyasi grupların gerçekleri kendi çıkarlarınca oraya buraya bükme hastalığı nedeniyle bu mümkün olmamaktadır.

Atatürk sonrası dönemde 1998’den itibaren ve de özellikle 2001 yılından sonra yapılan değişikliklerle ortaya çıkan ve 2002’de yürürlüğe sokulan 4721 sayılı mevcut Medeni Kanun, İstanbul Sözleşmesi ve onun iç hukuktaki uzantısı olan 6284 sayılı iftira kanununun da devreye girmesiyle birlikte aile hukukundaki sorunların kaynağı durumuna gelmiştir. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı iftira kanunu iptal edilmeli ve Atatürk dönemi Medeni Kanun hükümleri yeniden geçerli kılınmalıdır.

Kanunu Medeni’nin Tatbiki (Madde 1) Kanun, lafziyle veya ruhiyle temas ettiği bütün meselelerde mer’idir. Hakkında kanuni bir hüküm bulunmayan meselede hakim örf ve adete göre, örfü adet dahi yok ise kendisi vazıı kanun olsaydı bu meseleye dair nasıl bir kaide vazedecek idiyse ona göre hükmeder.

Medeni Haklardan İstifade: (Madde 8 ) Her şahıs medeni haklardan istifade eder. Binaenaleyh kanun dairesinde haklara ve borçlara ehil olmakta herkes müsavidir.

Rüşt: (Madde 11) Rüşt, on sekiz yaşın ikmaliyle başlar. Evlenme, kişiyi reşit kılar.

Kazai Rüşt: (Madde 12) On beş yaşını ikmal eden küçük, kendi rızası ve ana ve babasının muvafakatı ile mahkemei asliyece mezun kılınabilir. Vesayet altında ise vasi de dinlenir.

Sıhrî Hısımlık: (Madde 18) Karı ve kocadan her birinin kan hısımları diğerinin aynı derece sıhrî hısımları olur. Evlenmenin zevaliyle, sıhri hısımlık zail olmaz.

Kanuni İkametgah: (Madde 21) Kocanın ikametgahı karının ve ana ve babanın ikametgahı velayetleri altındaki çocuğun ve mahkemenin bulunduğu yer vesayet altındaki kimsenin ikametgahı addolunur. İkametgahı belli olmayan kimsenin karısı veya kocasından ayrı yaşamağa mezun olan kadın kendisine ayrı bir ikametgah ittihaz edebilir.

Nişanlanma: (Madde 82) Nişanlanma, evlenmek vaadiyle olur.

Nişanı Bozmanın Neticesi:
(1) Maddi tazminat: (Madde 84) Nişanlılardan biri, muhik bir sebep yok iken nişanı bozduğu veya iki taraftan birine atfedilecek bir kusur yüzünden nişan bozulduğu takdirde taksiri olan taraf; diğer tarafa, ana ve babasına veya bu hususta onlar gibi hareket eden sair kimselere hüsnü niyet ile ve nikahın icra olunacağı kanaati ile ihtiyar ettikleri masarife mukabil münasip bir tazminat vermeğe mecburdur.

(2) Manevi tazminat: (Madde 85) Bir taraf kendi kusuru olmaksızın nişanın bozulmasından şahsen fahiş bir surette mutazarrır olmuş ise hakim onun zararı manevisini telafi için münasip bir tazminat hükmedebilir.

Evlilik Yaşı:

[1926’daki hüküm] (Madde 88) Erkek onsekiz ve kadın onyedi yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hakim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni onbeş yaşını ikmal etmiş olan erkek ve kadının evlenmesine müsaade edebilir. Ana ve baba ve vasi de dinlenir.

Evlilik Yaşı:
[15.06.1938’deki hüküm] (Madde 88) Erkek on yedi, kadın on beş yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hakim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni on beş yaşını ikmal etmiş olan bir erkeğin veya on dört yaşını bitirmiş olan bir kadının evlenmesine müsaade edebilir. Karardan önce ana, baba veya vasinin dinlenmesi şarttır.

Küçükler Hakkında Kanuni Mümessillerin Rızası: (Madde 90) Küçük, ana ve babasının veya vasisinin rızası olmadıkça evlenemez. Evlenmenin ilanı esnasında ana ve babadan yalnız biri velayeti haiz ise onun rızası kafidir.

Hısımlar ile Evlilik Yasakları: (Madde 92) Aşağıdaki kimseler arasında evlenmek memnudur (yasaktır):
1 – Nesep sahih olsun olmasın usul ve füruu arasında, ana baba bir veya baba bir yahut ana bir kardeşler arasında, bir kimse ile amca, dayı, hala ve teyzesi arasında.
2 – Sıhriyet hısımlığını tevlit etmiş olan evlenme feshedilmiş veya vefat yahut boşanma ile zail olmuş ise bile karı ile kocanın usul ve füruu ve koca ile karının usul ve füruu arasında,
3 – Evlatlık ile evlatlık edinen ve bunlardan biriyle diğerinin koca veya karısı arasında.

Kadın İçin İddet Müddeti: (Madde 95) Kocasının vefatı veya boşanma sebebiyle dul kalan yahut evliliğinin butlanına hükmedilen kadın; vefattan, boşanmadan veya butlan hükmünden itibaren üç yüz gün geçmedikçe tekrar evlenemez.

Mükerrer Evlenmede Bekleme Süresi: (Madde 96) Boşanma ile birbirinden ayrılmış olan karı ve koca, hakim tarafından tayin olunan memnuiyet müddeti içinde, tekrar evlenemez. Karı ve koca birbirleriyle evlenmek isterlerse, bu müddet hakim tarafından kısaltılabilir.

Evlenme Beyanı Mercii: (Madde 98) Beyan için evlenecek erkeğin ikametgahı belediyesine ve köylerde ihtiyar heyetine müracaat olunur.

Evlilikte Dini Merasim: (Madde 110) Evlendirme memuru merasimin hitamı üzerine derhal karı ve kocaya bir evlenme kağıdı verir. Evlenme kağıdı ibraz edilmeden, evlenmenin dini merasimi yapılamaz.

İmtizaçsızlık: (Madde 134) Aralarında müşterek hayatın çekilmez bir hale gelmesini mucip olacak derecede şiddetli bir geçimsizlik başgösterdiği takdirde karı kocadan her biri, boşanma davasında bulunabilir. Eğer geçimsizlik, iki taraftan birine daha ziyade kabili isnat ise boşanma davasını ikame hakkı ancak diğer tarafa aittir.

Boşanmada Kusurlu Tarafın Yeniden Evlenmesi İçin Bekleme Süresi: (Madde 142) Boşanma hükmünde kabahatli olan tarafın (başkasıyla) yeniden evlenememesi için hakim, bir seneden az ve iki seneden fazla olmamak üzere bir müddet tayin eder.

Boşanmada Maddi ve Manevi Tazminat: (Madde 143) Mevcut ve hatta muntazar bir menfaati boşanma yüzünden haleldar olan kabahatsız karı veya kocanın, kabahatli olan taraftan münasip maddi bir tazminat talebine hakkı vardır. Bundan başka boşanmaya sebebiyet vermiş olan hadiseler kabahatsiz karı veya kocanın şahsi menfaatlerini ağır bir surette haleldar etmiş ise, hakim manevi tazminat namiyle muayyen bir meblağ dahi hükmedebilir.

Nafaka: (Madde 144) Kabahatsiz olan karı yahut koca, boşanma neticesi olarak büyük bir yoksulluğa düşerse diğeri boşanmaya sebebiyet vermemiş olsa dahi kudreti ile mütenasip bir surette bir sene müddetle nafaka itasına mahküm edilebilir.

İrat: (Madde 145) Bir mukavele veya hüküm ile kendisine maddi ve manevi tazminat veya nafaka olarak bir irat tahsis edilmiş olan karı veya koca, yeniden evlenirse bu irat kat’olunur. Yoksulluğu sebebiyle kendisine nafaka tayin edilmiş olan karı veya kocanın yoksulluğu zail olmuş veya hissolunacak derecede azalmış ise, borçlunun talebi üzerine nafaka kat veya tenzil olunur. Borçlunun mali kudreti nafaka miktarına nazaran azaldığı surette dahi aynı hüküm caridir.

Velayet: (Madde 148) Boşanma veya ayrılık vukuunda hakim, ana ve babayı dinledikten sonra hakkı velayetin kullanılmasına ve ana ve baba ile çocuklar arasındaki şahsi münasebetlere dair iktiza eden tedbirleri ittihaz eyler. Çocuk kendisine tevdi edilmemiş olan taraf, kudretine göre onun infak ve terbiye masraflarına iştirak ile mükelleftir. Çocuk ile icabı hale muvafık surette şahsi münasebatta bulunmak hakkını da haizdir.

Velayet Sonrası Yeni Hadiseler: (Madde 149) Ana veya babanın başkasiyle evlenmesi, başka bir yere gitmesi, ölümü gibi bir halin tahaddüsünde hakim, resen veya ana ve babadan birinin talebi üzerine hadisenin iktiza ettirdiği tedbirleri ittihaz eyler.

Boşanma ve Usulü Muhakemesi: (Madde 150) 1-Hakim, boşanma veya ayrılık için sebep gösterilen hadiseleri mevcudiyetlerine vicdanen kani olmadıkça sabit addedemez.

Aile Reisi: (Madde 152) Koca, birliğin reisidir. Evin intihabı karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi, ona aittir.

Reis Muavini ve Danışmanı: (Madde 152) Kadın, müşterek saadeti temin hususunda gücü yettiği kadar kocasının muavin ve müşaviridir. Eve, kadın bakar.

Soyadı: (Madde 153) Karı, kocasının aile ismini taşır.

Birliğin Temsili: (Madde 154) Birliği koca temsil eder. Mallarını idare hususunda karı koca hangi usulü kabul etmiş olursa olsun koca, tasarruflarından şahsen mesul olur.

Temsilde Kadının Hakları: (Madde 155) – Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkını haizdir. Karının … tasarruflarından koca mesuldür.

Kadının Temsil Yetkisini Kötü Kullanması: (Madde 156) Karı, kanunen haiz olduğu temsil salahiyetini sui istimal eder yahut kullanmaktan aciz olursa koca, bu salahiyeti kendisinden tamamen veya kısmen nezedebilir.

Kadının Temsil Yetkisinin İadesi: (Madde 157) Hakim, karının talebi üzerine nez’in sebepsiz olduğunu isbat etmesi şartiyle salahiyetini iade eder.

Kadının Temsil Yetkisi Aşımı: (Madde 158) Koca sarahaten veya zımnen izin vermedikçe karı, kanunen haiz olduğu temsil salahiyetini, aşamaz.

Karının Meslek veya Sanatı: (Madde 159) Karı koca mallarını idare için hangi usulü kabul etmiş olursa olsun karı, kocanın sarahaten veya zımnen müsaadesi ile bir iş veya sanat ile iştigal edebilir. Kocanın izinden imtinaı halinde, karı, kendisinin bir iş veya bir sanat ile iştigal etmesi birliğin veya bütün ailenin menfaati icabı olduğunu ispat ederse bu izin, hakim tarafından verilebilir.

Kocanın Karısını Mal Varlığı Davasında Temsil Sorumluluğu: (Madde 160): …Emvali şahsiyesi hakkında üçüncü şahıslar ile mütehaddis davalarda karıyı, koca temsil ile mükelleftir.

Evlilik Birliğinin Korunması: (Madde 161) Karı kocadan biri; aile vazifelerini ihmal eder yahut diğerini tehlikeye, hacalete veya zarara maruz bırakırsa müteessir olan taraf hakimin müdahalesini talep edebilir. Hakim, kabahatli olan tarafa vazifelerini ihtar eder ve bu ihtar semeresiz kalırsa birliğin menafiini sıyaneten (korumak için) kanunda muayyen tedbirler ittihaz eyler.

İcra: (Madde 165) Karı koca, evlenmenin devamı müddetince kanunen muayyen haller haricinde yekdiğerine karşı cebri icra talebinde bulunamaz.

Mal Ayrılığı Rejimi: (Madde 170) Karı koca, evlenme mukavelenamesi ile kanunda muayyen diğer usullerden birini kabul etmedikleri takdirde veya kabul edip de kanunda gösterilen sebeplerden birinin hüdusu halinde, aralarında mal ayrılığı cereyan eder.

Mülkiyet, İdare ve İntifa Hakları: (Madde 186) Karı kocadan her birinin bütün mallarının mülkiyet ve idare ve intifa haklarını muhafaza etmesine, mal ayrılığı denir. Karı, mallarının idaresini kocasına bırakmış olduğu takdirde evliliğin devamı müddetince hesap sormaktan vaz geçtiği ve mallarının bütün gelirini ev masrafına karşı kocasına bıraktığı farz olunur. Karı, kocasına bıraktığı idare hakkını her zaman geri alabilir ve geri almak hakkını iskat etmesi muteber değildir.

Borçlar: (Madde 187) Mal ayrılığı usulünde koca, evlenmeden evvelki borçlarından ve evliliğin devamı sırasında gerek kendisi gerek evlilik birliğinin mümessili sıfatiyle edilen borçlardan şahsan mesuldür. Karı, borcunu ödemekten aciz kalan kocası veya kendisi tarafından aile masrafları için edilen borçlardan mesuldür.

Gelir ve Kazanç: (Madde 189) Karı kocadan her birinin mallarının geliri ve kendi kazançları, kendisine aittir.

Karı Kocanın Masrafa İştiraki: (Madde 190) Koca, karısının münasip bir derecede aile masrafına iştirakini isteyebilir. İştirakin miktarında ihtilaf ederlerse her biri iştirak miktarının tesbit edilmesini, mahkemeden isteyebilir.

İdare: (Madde 196) Birliğe giren malları koca idare eder ve idare masrafı kendisine ait olur. Karı ancak evlilik birliğini temsildeki salahiyeti nisbetinde idare hakkını haizdir.

Mirasın Reddi: (Madde 200) Kadın, bir mirası ancak kocasının rızasiyle reddedebilir. Koca, razı olmazsa karı sulh mahkemesine müracaat edebilir.

Evlat Edinme: (Madde 253) Evlat edinme hakkı en az kırk yaşında olup ta nesebi sahih, füruu bulunmayanlara münhasırdır. Evlat edinen kimsenin evlatlıktan en az onsekiz yaş büyük olması şarttır.

Çocuğun Velayetini İcra Hakkı: (Madde 263) Evlilik mevcut iken ana ve baba, velayeti beraberce icra ederler. Anlaşamazlarsa, babanın reyi muteberdir.

Velayetin Kapsamı: (Madde 264) Karı kocadan birinin vefatı halinde, velayet, sağ kalana ve boşanma halinde çocukların tevdi olunduğu tarafa, ait olur. Çocuk, ana ve babasına riayete mecburdur… Çocuğun adını, ana ve babası kor.

Mesleki Terbiye: (Madde 265) Ana ve baba, çocuğun mesleki terbiyesini sevk ve idare eder ve mümkün mertebe kuvvet ve kabiliyetini ve arzularını nazara alır.

Dini Terbiye: (Madde 266) Çocuğun dini terbiyesini tayin ana babaya aittir. Ana babanın bu husustaki hürriyetini tahdit edecek her türlü mukavele muteber değildir. Reşit, dinini intihapta hürdür.

Uslandırma Hakkı: (Madde 267) Ana baba, çocuklarını tedip (yola getirme/uslandırma) hakkına maliktir.

Velayet Hakkının İptali: (Madde 274) Velayeti ifadan aciz veya mahcur olan yahut nüfuzunu ağır surette sui istimal eden veya fahiş ihmalde bulunan ana ve babadan, hakim, velayet hakkını nez edebilir.

Boşanma Sonrası Velayeti Alan Tarafın Sorumluluğu: (Madde 279) Evliliğin zevalinden sonra velayeti haiz olan karı veya koca, hakime çocuğun mali vaziyetini gösterir bir müfredat defteri vermeğe ve servetinde ve keyfiyeti tenmiyesinde ehemmiyetli bir tebeddül husule geldiği takdirde, onu da, bildirmeğe mecburdur.

Sahih Olmayan Nesep: (Madde 290) Nesebi sahih olmayan çocuğun anası, doğuran kadındır. Babası, tanıma veya bir hüküm ile tahakkuk eder.

Nesibi Gayrı Sahih Çocuk: (Madde 292) Birbirleriyle evlenmeleri memnu (yasak) olanlardan veya evli kadınların zinasından doğan çocuk, tanınamaz.

Evlenme Vaadiyle Kandırma: (Madde 305) Baba, anaya münasebeti cinsiyeden evvel, evlenmek vadetmiş veya onunla münasebeti cinsiyesi kanuni bir cürüm yahut onun üzerindeki nüfuzunu sui istimal teşkil eylemiş veya münasebeti cinsiye zamanında ana henüz küçük idiyse; ana için manevi bir tazminat karşılığı olarak, bir meblağ hükmolunabilir.

Velayetin Taksimi: (Madde 313) Çocuk, babanın velayeti altında ise ana, çocukla icabı hale göre şahsi münasebetleri idame hakkını haizdir. Mahkeme, doğrudan doğruya veya ananın talebi üzerine; çocuğun, muayyen bir yaşa kadar ananın ve bu yaştan sonra babanın velayeti altında kalmasını emredebilir.

Geçim Nafakası: (Madde 315) Herkes, yardım etmediği surette zarurete düşecek olan usul ve füruuna ve erkek ve kız kardeşlerine muavenet ile mükelleftir.

Ev Reisinin Yetki ve Sorumlulukları:
(Madde 318) Aile halinde yaşayan mütaaddit kimseler üzerinde ev reisliği, kanuna veya akte veya örfe göre, reis olan kimseye aittir. Reislik hakkı, kan veya sıhri hısım sıfatiyle yahut işçi, çırak, amelede olduğu gibi bir akit sebebiyle birlikte yaşayanların kaffesi üzerinde caridir.

(Madde 319) Birlikte yaşayan kimseler, evin kaidelerine tabidir; bu kaidelerde her birinin menfaati adilane bir surette gözetilmiş olmak lazımdır. Birlikte yaşayan kimselerden her biri bilhassa talim ve terbiyeleri sanatları yahut dini ihtiyaçları için muktazi hürriyetten istifade ederler. Evin reisi, birlikte yaşayanların evdeki eşyasını, kendi eşyasına karşı göstereceği aynı ihtimam ile muhafaza etmek ve emniyet altında bulundurmakla mükelleftir.

(Tam Metin: https://mevzuat.gov.tr/mevzuatMetin/5.3.743.pdf)

2002’de yürürlüğe sokulan Feminist zihniyet dayatması 4721 sayılı MEVCUT Medenî Kanun’un tepesindeki BAŞ KANUN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’YLE BİRLİKTE (Evlilik açısından) Ana Hatları:

Atatürk dönemi 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda eski eşin herhangi bir akrabası ile evlenmek yasak iken mevcut kanunda eski eşin sadece üst soyu (ana-baba) ve alt soyu (oğlu-kızı) ile evlilik yasak diğerleri mesela eski eşin kardeşiyle evlilik serbest.

İkâmetgâhı erkeğin belirleme hakkı yok. Kadın beğenmezse kadın için boşanma sebebi.

Genç evliler geriye dönük incelemeyle hapiste. 17 yaş altı evlilik tecavüz sayılıyor ve sadece erkek cezalandırılıyor.

Evlilik sonrası 300 günlük iddet müddeti süresi mahkeme kararıyla kaldırılabiliyor.

Eski eşlerin birbirleriyle tekrar evlenmeleri için bekleme süresi yok.

Resmi evlilik belgesi ibraz edilmeden dini evlilik merasimi yapılamaz.

Boşanma davasını ağır kusurlu olan da açabilir.

Boşanmada kusurlu tarafın başkasıyla evlenirken bekleme süresi yok.

Tazminatı AĞIR ve TAM KUSURLU olsa bile fiilen ve herhalükârda kadın kazanır.

Kadın, dava devam ederken tedbir, bitince yoksulluk nafakası adıyla her durumda SÜRESİZ nafaka alır. (Atatürk dönemi kanunda ise erkek AĞIR KUSURLU ise ve AZAMİ yani en fazla 1 yıla KADAR nafaka ödeyebilir.)

Eski eşlerden erkek yeniden evlenirse nafaka ödeme zorunluluğu bitmez. (Atatürk dönemi kanununda eski eşlerden herhangi birisi yeniden evlenirse nafaka ödeme zorunluluğu BİTER.)

Velayet fiilen daima kadına verilir. (Atatürk dönemi kanuna göre çocuğa daha iyi bakabilecek olana verilir.)

Kadın, hakim kararını çiğneyerek çocuğu babaya göstermediğinde velayet el değiştirmez, çocuk haczi parasını da erkek öder. (Atatürk dönemi kanununda çocuk haczi yok. Çocuk kadındaysa ve kadın çocuğu babaya göstermiyorsa velayet el değiştirir. Çocuğa ödenen iştirak nafakasını çocuk için kullandığını kadın hakime belgelemek zorunda, velayetin belli bir yaşa kadar anneye sonra babaya verilmesine karar verilebilir.)

Aile reisi erkek değil ve yok. Dolayısıyla kadın da reis muavini (yardımcısı) ve müşaviri (danışmanı) değil. Çift başlılık var.

Kadın kızlık soyadını da taşıyabilir. Çocuğun velayeti kendisinde olan boşanmış kadın çocuğa kendi kızlık soyadını verebilir.

Evlilik birliğini koca temsil etmez.

Kadın yaptığı iş/meslek nedeniyle kocasından izin almak zorunda değildir. Pavyonda çalışacağım dese ve kocası kabul etmese bu durum kadın açısından boşanma ve erkekten tazminat alma nedenidir.

Kocanın karısının mal varlığını temsil etme yetkisi yoktur.

Mal ayrılığı değil mal birliği rejimi vardır. Örneğin ev taksidini, araba taksidini erkek ödese de yarı pay kadına aittir.

Kadın aile geçimine dair masraflara katılmak zorunda değildir. (Yani bunu düzenleyen bir hüküm yoktur.)

Ailenin mallarını kocanın idare etme hakkı tanınmamıştır.

Kadın mirası reddetmek için kocasının iznini almak zorunda değildir.

Çocuk yetiştirilirken karı-koca arasında ihtilaf çıkarsa son söz babanındır hükmü YOKTUR.

Çocuk, ana-babasına riayete mecburdur, çocuğun dini terbiyesini tayin ana-babaya aittir. Ana babanın bu husustaki hürriyetini sınırlayacak (İstanbul Sözleşmesi gibi) her türlü mukavele geçersizdir maddeleri YOKTUR.

Ana-baba çocuklarını tedip (yola getirme/uslandırma) hakkına sahiptir, hükmü YOKTUR.

Atatürk dönemi kanunda ev ahalisinin evin reisi olan erkek/baba tarafından konulan ev kurallarına uymakla yükümlüdür, hükmü YOKTUR.

Kadın beyanı esas tutulur.

Geçmişten Günümüze İnsan Hakları Belgeleri*

• Hammurabi Kanunları, (İ.Ö. 2000)

• Medine Sözleşmesi (622)

• Veda Hutbesi * (632)

• Magna Charta Libertatum, (19 Haziran 1215)

• Augsburg Din Barışı ve Hoşgörü Bildirgesi (25 Eylül 1555)

• Fatih Sultan Mehmet Ahidnamesi (28 Mayıs 1463)

• Hollanda Bağımsızlık Bildirgesi (26 Temmuz 1581)

• Nantes Fermanı (13 Nisan 1598)

• Mayflower Sözleşmesi, (11 Kasım 1620)

• İngiliz Haklar Bildirgesi, (Petition of Rights), (17 Haziran 1628)

• İngiltere’nin Özgür Halkının İlk Anlaşması,(Birinci Leveller Bildirgesi), (1647)

• İngiltere’nin Özgür Halkının Anlaşması, (Leveller Sonuç Bildirgesi), (1 Mayıs 1649)

• Habeas Corpus Bildirgesi (1679)

• İngiliz İnsan Hakları Bildirgesi (Bill of Rights), (1689)

• Pul Kanunu Kongresi Bildirgesi, (19 Ekim 1765)

• Kolonilerin İlk Kongre Bildirgesi (14 Ekim 1774)

• Virginia İnsan Hakları Bildirgesi (12 Haziran 1776)

• ABD Bağımsızlık Bildirgesi, (14 Temmuz 1776)

• Northwest Kuralları, (13 Temmuz 1787)

• Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, (3 Eylül 1791)

• Amerikan Haklar Bildirgesi, (15 Aralık 1791)

• İspanyol Halkının Politik Anayasası, (19 Mart 1812)

• Halkın Sözleşmesi (Çartizm Bildirgesi) (1848)

• Alman Halkının Temel Hakları, Alman İmparatorluğu Anayasası, (1849)

• Emek Şovalyelerinin Anayasası, (1878)

• Erfurt Programı (Alman Sosyal Demokrat Partisi Programı),(20 Ekim 1891)

• Cebri Çalıştırma Hakkında 29 Sayılı ILO Sözleşmesi, (28 Haziran 1930)

• Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Amaçları Hakkında Bildirge (Ek Deklarasyon), (1944)

• Birleşmiş Milletler Anlaşması (Başlangıç Bölümü), (26 Haziran 1945)

• Amerikan İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirisi, (2 Mayıs 1948)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin 87 Sayılı Sözleşme, (9 Temmuz 1948)

• Birleşmiş Milletler, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (9 Aralık 1948)

• Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, (10 Aralık 1948)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Teşkilatlanma ve Kollektif Müzakere Hakkı Prensiplerinin Uygulanmasına Müteallik 98 Sayılı Sözleşme, (1 Temmuz 1949)

• İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme (=İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi), (4 Kasım 1950)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Eşit Değerde İş İçin Erkek ve Kadın İşçiler Arasında Ücret Eşitliği Hakkında 100 Sayılı Sözleşme, (29 Haziran 1951)

• Birleşmiş Milletler, Sığınanların Statüsüne İlişkin Sözleşme (28 Temmuz 1951)

• İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol ( İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin I Bölümü İçerisinde Yer Almayan Bazı Hak Ve Özgülüklerin Uygulanmasına İlişkin 1 No’lu Protokol) (20 Mart 1952)

• Birleşmiş Milletler, Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşme (20 Aralık 1952)

• Birleşmiş Milletler,Mahpusların Islahı İçin Asgari Standart Kurallar (30 Ağustos 1955)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Cebri Çalıştırmanın İlgasına Dair 105 Sayılı Sözleşme (25 Haziran 1957)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, İş ve Meslek Yönünden Ayrım Hakkında 111 Sayılı Sözleşme, (25 Haziran 1958)

• Birleşmiş Milletler, Çocuk Hakları Bildirgesi, (20 Kasım 1959)

• Birleşmiş Milletler, Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Uluslararası Sözleşme (14 Aralık 1960)

• Avrupa Sosyal Şartı (=Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi) (18 Ekim 1961)

• İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol ( İnsan Hakları Divanına İstişari Mütalaa Vermek Yetkisi Tanıyan 2 No’lu Protokol) (6 Mayıs 1963)

• İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol ( Ek 1’nolu Protokolde Yeralan Haklardan Başka, Bazı Hakları Ve Özgürlükleri Güvence Altına Alan 4 No’lu Protokol) (16 Eylül 1963)

• Birleşmiş Milletler, Her Çeşit Irk Ayrımcılığının Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme, (21 Aralık 1965)

• Birleşmiş Milletler, Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (16 Aralık 1966)

• Birleşmiş Milletler, Toplumsal Gelişme ve Kalkınma Bildirgesi (11 Aralık 1969)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, İşletmelerde İşçi Temsilcilerinin Korunması ve Onlara Sağlanacak Kolaylıklar Hakkında 135 Sayılı ILO Sözleşmesi (2 Haziran 1971)

• Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 22 ve 40. Maddelerini Değiştiren 5 Sayılı Protokol (20 Aralık 1971)
• Birleşmiş Milletler, İnsan Çevresi Konferansı (Stockholm Deklarasyonu) (1972)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, İstihdama Kabulde Asgari Yaşa İlişkin 138 Sayılı Sözleşme, (6 Haziran 1973)

• Birleşmiş Milletler, Olağanüstü ve Silahlı Çatışma Hallerinde Kadınların ve Çocukların Korunmasına Dair Bildiri (14 Aralık 1974)

• Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, Sonuç Bildirgesi (Helsinki Belgesi) (1 Ağustos 1975)

• Birleşmiş Milletler, Özürlü Kişilerin Haklarına Dair Bildiri (9 Aralık 1975)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Kamu Hizmetlerinde Örgütlenme Hakkının Korunmasına ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine İlişkin 151 Sayılı Sözleşme, (7 Haziran 1978)

• Birleşmiş Milletler, Kitle İletişim Araçlarının Barışın ve Uluslararası Anlayışın Güçlendirilmesine, İnsan Haklarının Geliştirilmesine ve Irkçılık, Apartheid ve Savaş Kışkırtıcılığı ile Mücadele Edilmesine Katkıda Bulunması ile İlgili Temel Prensipler Bildirgesi (22 Kasım 1978)

• Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Çeşit Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi, (18 Aralık 1979)

• Afrika İnsan ve Halklarının Hakları Şartı, (26 Haziran 1981)

• Birleşmiş Milletler, Din ve İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirisi (25 Kasım 1981)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı Sözleşme (2 Haziran 1982)

• Birleşmiş Milletler, Ölüm Cezası İle Karşılaşanların Haklarının Korunmasını Güvence Altına Alacak Tedbirler Bildirgesi (25 Mayıs 1984)

• Birleşmiş Milletler, İşkence ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Davranış veya Cezalandırmalara Karşı Sözleşme, (10 Aralık 1984)

• İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol (Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 No’lu Protokol) (1 Mart 1985)

• Birleşmiş Milletler,Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipler (29 Kasım 1985)

• Birleşmiş Milletler, Suçtan ve Yetki İstismarından Mağdur Olanlara Adalet Sağlanmasına Dair Temel Prensipler Bildirisi (29 Kasım 1985)

• İşkencenin ve İnsanlık Dışı ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi (26 Haziran 1987)

• İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol ( Çeşitli Konulara İlişkin 7 No’lu Protokol (1 Kasım 1988)

• Birleşmiş Milletler, Herhangi Bir Biçimde Tutuklanan veya Hapsedilen Kişilerin Korunmasına İlişkin Prensipler Bütünü (9 Aralık 1988)

• Birleşmiş Milletler Hukuk Dışı ve Keyfi İnfazların Etkin Biçimde Önlenmesi ve Soruşturulmasına İlişkin Prensipler (24 Mayıs 1989)

• Birleşmiş Milletler, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, (20 Kasım 1989)

• Birleşmiş Milletler, Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesine, Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan İkinci Seçmeli Protokol (15 Aralık 1989)

• Birleşmiş Milletler, Avukatların Rolüne İlişkin Temel İlkeler Bildirgesi (7 Eylül 1990)

• Birleşmiş Milletler, Savcıların Rolüne Dair Yönerge, (7 Eylül 1990)

• Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı (21 Kasım 1990)

• Birleşmiş Milletler, Mahpuslara Karşı Davranışlara Dair Temel Prensipler (14 Aralık 1990)

• Birleşmiş Milletler, Özgürlüğünden Yoksun Bırakılmış Küçüklerin Korunması İçin Kurallar (14 Aralık 1990)

• Birleşmiş Milletler, Çevre ve Kalkınma Rio Deklarasyonu, (1992)

• Birleşmiş Milletler, Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup Olan Kişilerin Haklarına Dair Bildiri (20 Aralık 1993)

• Birleşmiş Milletler, Kadınlara Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri, (20 Aralık 1993)

• İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin Oluşturduğu Denetim Mekanizmasının Yeniden Yapılanmasına İlişkin 11 Nolu Ek Protokol (11 Mayıs 1994)

• Birleşmiş Milletler, Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Planı, (5-13 Eylül 1994)

• Avrupa Konseyi, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme, (1 Şubat 1995)

• Birleşmiş Milletler, Kopenhag Toplumsal Kalkınma Deklarasyonu, (6-12 Mart 1995)

• Birleşmiş Milletler, Pekin Deklarasyonu, (15 Eylül 1995)

• Birleşmiş Milletler, İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II, İstanbul Deklarasyonu, (3-14 Haziran 1996)

• Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Ve Biyotıp Sözleşmesi (Kasım- 1996)

• Çocuk haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (9 Haziran 1999)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Çalışmaya İlişkin Temel Hak ve İlkeler Deklarasyonu,(19 Haziran 1998)

• Uluslararası Çalışma Örgütü, Çok Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin 182 Sayılı Acil Eylem Sözleşmesi, (17 Haziran 1999)

• Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Güvenlik Şartı, (19 Kasım 1999)

[*]  http://www.hakis.org.tr/insan_haklari (10 Ekim 2002)

[1] Niyazi Kahveci, İnsan Hakları ve İslam, TDV Yayını, Ankara, 1995. S.45-49.  Medine sözleşmesinin bir ölçüde farklı bir başka Türkçe tercümesi için Bkz: Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirilmesi, Ankara:3, b. (Tarihsiz), s. 74-80.

[2] Kahveci, a.g.e. s.50-52.


Haber: 28 Şubat mağdurları için 7 kişilik komisyon

06 Mart 2018-Yeni Şafak Gazetesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Şubat mağdurları için adım atılacağını müjdelemesinin ardından gözlerin çevrildiği Adalet Bakanlığı’na bağlı 7 kişilik komisyon kanuni düzenlemenin alt yapısı için çalışmalara başladı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Şubat mağdurları için adım atılacağını müjdelemesinin ardından gözlerin çevrildiği Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulan komisyonun da detayları netleşmeye başladı. Yeni Şafak’ın ulaştığı bilgilere göre, söz konusu komisyon kanuni düzenlemenin altyapısını oluşturacak. İşkence altında hiç gerçekleşmemiş suçların dahi işlediğini kabul etmek zorunda bırakılan mağdurların aileleri hasretle çocuklarına kavuşacakları günü iple çekiyor.

YENİDEN YARGILAMA

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan bir komisyonla 25 yıldır FETÖ elebaşlarının tetikçilik yaptığı göstermelik suçlar sebebiyle cezaevinde tutulan 28 Şubat mağdurlarının mağduriyetlerinin çözüleceğini müjdelemişti. Yeni Şafak, söz konusu komisyon ile ilgili detaylara ulaştı. Komisyon tarafından binlerce insanın hayatını karartan yüzlercesini cezaevinde çürüten 28 Şubat sürecinde işkence altında hiç gerçekleşmemiş suçları dahi kabul etmek zorunda kalan mağdurlarına yönelik haksızlığın önlenmesi için gerekli kanuni düzenlemenin altyapısının oluşturulacağı öğrenildi. Komisyon çalışmasını tamamladığında mağdur yakınlarının sürekli dile getirdiği üzere af yerine yeniden yargılamaların önü açılacak.

HUKUKİ ZEMİNDE ÇÖZÜLECEK

7 kişilik komisyonun mağduriyetlere hukuki zeminde çözüm bulmak için çalıştığı ifade edilirken komisyon çalışmalarının bir rapor halinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulacağı da öğrenildi.

İŞKENCE KRİTERİ DİKKATE ALINSIN

Mağdur avukatları, işkence raporlarıyla yeniden yargılama talebinde bulunsa da, Anayasa Mahkemesi’ne başvuru için ‘Eylül 2012’den sonra kesinleşen kararlar’ kriteri mağduriyetlerin giderilmesine engel oluyor. Aileler, işkence altında kabul ettirilen suçlar için yeniden yargılamanın önü açılmasını talep ediyor. Aileler, komisyonda görüşülen konuların yıllara uzanan bir sürece dönüşmeden, hızla mağduriyeti gidermesini istiyor. 28 Şubat mağdurlarından olan ve bugün yaşasaydı cezaevine girecek olan Halil Kantarcı, 15 Temmuz’da darbecilere karşı koyarak şehit düşmüştü.

Kaynak: https://www.memurlar.net/haber/732573/28-subat-magdurlari-icin-7-kisilik-komisyon.html

 

İNSAN HAKLARI KAVRAMI

İnsan Hakları kavramı, geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vuran en önemli kavramlardan biridir. Kaynağını ister eski Yunan düşüncesinde, ister tabii hukukta ister insan onurunda ya da farklı bakış açıları doğrultusunda farklı yerlerde arayalım, bu kavram dinamik ve hayli uzun bir süreç sonucunda siyasi düşüncenin en önemli yapı taşlarından biri haline gelmiştir.

Kimilerince “İnsan Hakları Çağı” olarak adlandırılan 20. Yüzyıl, önceki dönemlerden devraldığı mirasın, hayli süratli ve yoğun bir şekilde yaşanan gelişmelere sahne olmuştur. Bunun sonucunda, ulusal, bölgesel ve evrensel boyutlarda, bireyler, topluluklar, resmi ve sivil örgütler ve devletler arasındaki ilişkilerin merkezine konumlanmasına tanıklık etmiştir. İdeolojilerin ve siyasi rejimlerin meşruiyet kriteri haline gelen insan hakları, uluslararası ilişkilerin yapısal bir dönüşüme uğramasında itici bir rol oynamış ve bu yönüyle gerek realist ve gerek idealist teorisyen ve siyaset bilimcilerin analizlerinde yoğunlaştıkları konular arasında ayrıcalıklı bir konuma yükselmiştir.

Kavramın kendisi üzerindeki uzlaşımı ifade etmesi bakımından Weissbrodt’un yorumu anlamlıdır.[1] Weissbrodt, evrensel olarak kabul görmüş hiç bir din, ideoloji ya da felsefi görüş olmamasına rağmen, insan hakları kavramının her din, felsefi düşünce veya ideolojiye mensup insanların kabul ettiğini ve dünyanın ilk evrensel ideolojisi olma özelliğini kazandığını ifade eder. Ancak bu uzlaşı, kavramın “iyi ve önemli bir şey oluşu” ile sınırlı kalmış, içerik konusunda benzer bir mutabakat sağlanamamıştır. Kavramın, oluşum ya da keşif sürecine paralel olarak;  liberal perspektif “insan haklarının birinci kuşağı” olarak adlandırılan sivil ve siyasi haklara vurgu yaparken, sosyalist-kollektivist perspektif ekonomik ve sosyal hakları yani “ikinci kuşak haklar”ı öncelemiş, nihayet rölativist, üçüncü dünyacı, kalkınmacı, sosyalist ve kollektivist aydınlar ve devlet adamları “insan haklarının üçüncü kuşağı”nı yani dayanışma haklarını formüle etmişlerdir.

Bununla birlikte, J.S.Mill’in abidevi eseri Özgürlük Üstüne’de[2] vurguladığı “alışılmış olmayanı baskı altında tutmaya çalışırken sayıların ağırlığını kullanmaya çalışan toplumsal baskı” karşısında anayasacılık hareketleri ile güçlenen normatif hukuki düzenlemelerle ulusal düzeyde korunan insan hakları, uluslararası düzeyde de koruma altına alınmaya çalışılmıştır. Viyana Kongresi’nde (1815) köleliğin ve köle ticaretinin yasaklanmasına yönelik çalışmalarla başlayan uluslararasılaşma süreci hukuki bağlayıcılık ve yaptırım gücünden yoksundu. Ancak buna rağmen insan hakları moral niteliği ile büyük önem arzeden 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile evrensel bir boyut kazanmış, daha sonraki dönemlerde koruma alanı ile koruma düzeyi arasındaki ters orantıya rağmen yeni sözleşmeler ve yeni koruma mekanizmaları ile insanlara daha yaşanılır bir dünya sağlama yolunda önemli katkılar sağlamıştır. 

Yaşanan tüm bu gelişmeler, doğal olarak her aşaması ile coğrafyamızı etkilemiş, idari ve siyasi hayatımızın şekillenmesine katkıda bulunmuştur. İnsan hakları konusu, Türkiye’de özellikle son yirmi yılda gündemin en önemli maddelerinden biri haline gelmiştir. Batı ile entegrasyon ve AB’ne üyelik sürecindeki Türkiye Cumhuriyeti insan hakları konusunda, çeşitli yasal ve idari düzenlemelerle ileri adımlar atmıştır.

Onurlu bireyler, huzurlu bir toplum ve güçlü bir devletin varlığı için, insan haklarına saygılı ve ondan öte insan haklarına dayalı bir anayasal sisteme sahip olma gerekliliği, her şeyden önce ele alınması gereken bir konudur. Bu yöndeki talepler ahlaki olmakla birlikte, insan olmanın da doğal sonucudur.

200 yılı aşkın bir süredir pek çok alanda kaydettiği ilerlemelerini örnek almaya çalıştığımız çağdaş batı uygarlığını oluşturan temellerden biri de insan hakları kavramıdır. Türkiye’de insan haklarının, Tanzimat Fermanıyla başlayan Türk Anayasalaşma sürecine paralel bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Fermanlarla başlayan bu süreçte, 1961 Anayasası ile ilk yapısal dönüşüm başlamış ve AB’ye üyelik süreciyle birlikte hızlı bir ivme kazanmıştır.

Çağımız bir açıdan insan hakları çağı olarak kabul edilmektedir. Nitekim temel hak ve özgürlüklerin belirgin bir şekilde ortaya çıkması, geride bıraktığımız 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Anayasalı devletlerle doğrudan ilgilidir. Ancak insan hakları kavramının uluslararası platformda çifte standarttan uzak, ideal anlamda uygulandığını söyleyebilmek çok zordur. 20. Yüzyıl büyük insan hakları ihlallerine sahne olmakla birlikte yine de, insan hak ve özgürlüklerinin gelişimi ile bu özgürlüklerin anayasalarda güvence altına alınması bağlamında altın bir çağ olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde uygar ülkelerin kabul ettiği demokrasi kavramı, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerleri içermektedir. Bu değerlerin başında insan haklarına saygı gelir. Şüphesiz insan hakları, çağımızın vazgeçilmez değerleri arasındadır. Bu değerlerin yaşama geçirilebilmesi ve korunabilmesi için devletlere önemli görevler düşmektedir. İnsan haklarının korunabilmesi ancak devletlerin anayasalarında gerekli düzenlemeleri yapmalarıyla gerçekleşebilir. 

Bir toplumda en güçlü oluşum ve aynı zamanda insan hakları ihlallerine sebebiyet verme olasılığı en yüksek unsur, kamu yetkilileri, memur ve görevlileriyle birlikte devletin kendisidir. Herhangi bir demokratik toplumda birey hak ve özgürlüklerini korunması için anayasa ve yasaların bulunması gerekmektedir. Bireylerin devlete karşı korunmasını sağlayacak bir anayasal sistem olmalıdır. Çünkü herhangi bir hak ihlali karşısında hak arama yolları sağlayan yasalar kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Evrensel insan hakları değerleri, birer mihenk taşı gibidir. Bir devletin insan haklarına verdiği değeri görebilmek için öncelikle o devletin anayasasına, daha sonra da anayasasına paralel hazırlanan kanunlarına bakmak gerekmektedir.  İnsan haklarının anayasa ve kanunlarda yer alması yeterli olmayabilir; ayrıca bunların uygulanmasına olanak veren, tüzük, yönetmelik gibi idari düzenlemelerine de bakılmalıdır. Bunlara ilaveten bireylerin hakları konusunda yasal düzenlemeleri uygulayacak olan kamu görevlilerinin ve mahkemelerde kanunları yorumlayacak adli görevlilerin evrensel insan hakları düşüncesine sahip olmaları da önemlidir.

Çağdaş ülkelerde devlet-vatandaş ilişkilerini belirleyen anayasal kurallar tespit edilirken, bireyi devlete karşı koruma amacı güdüldüğü görülmektedir ki, bu durum, anayasal gelişmelerle insan hakları arasında çok sıkı bir bağ olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden “insan haklarına saygı” ifadesi gerçekte bireyin devlet karşısında ezilmesini önleyecek şekilde anayasada temel hak ve özgürlüklerin açık seçik ifadesini bulmasıyla hayatiyet kazanır. Genel olarak bakıldığında ülkeler, insan haklarına saygıyı, insan haklarının korunmasını ve geliştirilmesini ne ölçüde yerine getiriyorsa, o ölçüde uygar dünya ile bütünleşebildikleri görülmektedir. Bu çerçevede, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun tüm insanların, doğuştan, hatta doğmadan önce, kadın-erkek herhangi bir ayırım yapılmaksızın, eşit ve özgür bireyler olarak dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, bölünmez evrensel nitelikte haklara sahip olmaları gerektiği kabul edilmektedir.

29.05.2009

Mehmet Altuntaş

[1] David Weissbrodt, “Human Rights: An Historical Perspective”, Human Rights içinde, Derleyen: Peter Davies, London: Routledge, 1988, s.1.

[2]J.Stuart Mill, Özgürlük Üstüne. (Çev.Osman Nuri Dostel), MEB Yayınları, Ankara,1967, s.2.

Mücahit Gültekin’den ‘Hayvana şiddet haberleri ne anlama geliyor’ yazısı: Bu kez bedeli insanlığımız olabilir

20 Haziran, 2018

Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Mücahit Gültekin, son günlerde medyada artış gösteren hayvana şiddet haberlerinin psiko-politik arka planını yazdı.

Yazısında “Kadına şiddet’ teklifini reddedememiştik. Bedeli, aile oldu. Bu teklifi reddedemezsek bedeli insanlığımız olabilir.” diyen Gültekin, “Her şeye rağmen “hayır” demek bizim elimizde. Bunun için “hayır”la başlayan bir inanca mensup olduğumuzu hatırda tutmak gerekiyor.” ifadelerini kullandı.

Gültekin’in bahsi geçen yazısı şu şekilde:

Yazıyı yazarken konuştuğum bazı dostlarım, yazıyı kısa tutmamı istediler, uzun yazıların okunmadığı tavsiyesinde bulundular. Ama olmadı; gerçekten konu o kadar önemli ve çok boyutlu ki kısaca yazılabilecek gibi değil. Bilemiyorum, belki ben beceremedim. Buna rağmen yazıyı bitiremediğimi söylemeliyim. Konunun pek çok farklı uzantısı var. Örneğin hayvanların istihbarat amaçlı kullanımı ya da hayvan hakları mücadelesinin uluslar arası ilişkilere nasıl yansıyacağı gibi bazı konuları ele alamadım. Konu hakkında belki bir kitap çalışması yapmak gerekiyor. Neyse, yazı uzun ama ne yapalım ki konu da zor ve önemli.

*

16 Şubat 1949 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir haber, “Rusya’daki 14 milyon köle” başlığını taşıyordu. Haberin alt başlığında ise “Amerikan Dış İşleri Müsteşarı bunlar hakkında tahkikat açılmasını resmen istedi.” ifadeleri yer almıştı. Hemen bir sonraki gün, 17 Şubat 1949 tarihli haber ise çok daha şoke ediciydi: “Rusya’da insan eti yiyenler var”. Başlığın hemen altına ise şu yazılmıştı: “Kravçenko davasında şahidler Rus halkının çektiği açlığı anlattılar.”. 13 Mart 1954 tarihli Zafer Gazetesi ise Rusya’nın Odesa şehrinden dönen İtalyan denizcilerin gözlemlerini paylaşıyordu: “Kederli kasvetli bir şehir… karanlık sokaklar, paçavralar içinde aç ve sefil bir halk kitlesi.”.

Halbuki daha 4 yıl önce, 24 Ocak 1945 tarihli Akşam Gazetesi Lenin’in ölüm yıldönümü anısına bir Sovyet gazetecinin makalesini yayınlamıştı. Makalenin başlığı hayli ilginçti: “Lenin’in Vatanperverliği ve Diğer Milletler Hakkındaki Düşünceleri”. Makale Lenin’i şu cümlelerle tanıtıyordu: “Bir hürriyet ve istiklal kahramanı.”.

Henüz 4 yıl önce Sovyet Devrimi’nin liderini “özgürlük kahramanı” olarak selamlayan gazetelerimize ne olmuştu da, ardı ardına Rusya’yı canavarlaştıranhaberler vermeye başlamışlardı? Farkın sebebi haberlerin yayınlanma tarihinde gizliydi. Akşam Gazetesi sözünü ettiğim makaleyi yayınladığında henüz II. Dünya Savaşı bitmemişti ama müttefik kuvvetlerin kazanacağı artık anlaşılmıştı. Cumhuriyet’in haberleri yayınlandığında ise Soğuk Savaş başlayalı 4 yıl olmuştu ve Türkiye tam tekmil antikomünizm politikası uyguluyor ve bütün varlığıyla Amerika’nın yanındayer alıyordu. Kore Savaşı yaklaştıkça basında Rusya hakkında nefret uyandıran haberlerin hem sayısı artacak hem de çeşitlenecekti. Vakit Gazetesi’nin Kore Savaşı devam ederken, 16 Ekim 1952’de yayınladığı bir haber Türk halkı üzerinde uygulanan manipülasyonun vardığı boyutları göstermesi açısından çarpıcıydı: “Kızıl Çarlık 30 milyar 62 milyon insan öldürdü.”. Haberin kaynağı Amerikalı Senatör Hamer Ferguson’du.

*

Baba filminin unutulmaz repliğinde Marlon Brando aynen şöyle diyordu: “Ona reddedemeyeceği bir teklif yapacağım.”.

Eğer bir ülke ya da o ülkenin halkı ulusal ya da uluslararası bir politika için ikna edilmesi gerekiyorsa, kitlelerin şoke edici dramatik haberlerle sarsılması gerekir. Michigan Senatörü Vandenberg, Başkan Truman’a, ülkeyi yeni bir savaşa ikna etmek istiyorsan, “Onların komünizmle ödünü patlatmalısın.” demişti. Bu her zaman işe yarar. Korku ve nefret duyguları harekete geçirilmiş bir toplum her türlü telkine açık hale gelir. Böylesi haberler basında sık sık yer almaya başlamışsa, muhtemelen ya yeni bir kanun çıkacak ya da bütün bir ülkeyi/bölgeyi/dünyayı ilgilendirecek siyasi/ekonomik kararlar alınacak demektir.

Tamamen insani duygularımızı hedefleyen (merhamet ve öfke; korku ve nefret birlikte gider) haberler, birilerinin size “reddedemeyeceğiniz” bir teklif yaptığı anlamına gelebilir: “Ne yani, bu zulme ses çıkarmayacak mıyız? Sen de hiç insaf yok mu?”.

Mevzu bu denklemde sunulmuşsa, artık akl-ı selim devreden çıkar. Reddedemeyeceğiniz tek bir sonuca mahkum edilirsiniz.

Kanunlar, en azından bazı kanunlar, hukukçuların rasyonel tartışmaları ve halkın ihtiyaçları çerçevesinde şekilleniyor zannediyorsanız yanılıyor olabilirsiniz. Böylesi kanunların çoğu zaman temel dinamiği akıl değildir, manipüle edilmiş duygularımızdır; her insanda olan reddedemeyeceğimiz duygularımız. Şüphesiz, kanunların ve kimi uygulanan politikaların tamamen rasyonel/pragmatik amaçları vardır. İşte duygularımız, bu amaçları görünmez kılmak için araçsallaştırılabilir.

İkiz kuleleri hatırlayın, ya da Irak’taki Saddam zulmünü ve kimyasal silahları. Ya da, defalarca yazdığımız “kadına şiddet ve kadın cinayetleri” argümanını…

*

Bir kaç sene önce şöyle bir şeye tanık oldum:

Bir öğrenci arkadaşımız okula giderken kullandığı güzergahtaki başı boş köpeklerden korkuyordu. Bir kaç defa saldırıya uğramıştı. Etkili ve yetkili bir kişiye derdini anlattı. Ben de o sırada tesadüfen oradaydım. Öğrenci konuşurken yetkilinin jest ve mimikleri benzer sorunu pek çok kez dinlemiş olduğunu gösteriyordu. Zaten çocuğun sözlerini tamamen bitirmesine izin vermedi: “Biliyorum.” dedi, “Ama yapacağımız, bir şey yok. Hayvanseverler Cemiyeti’nin takibi altındayız. Onlar bu konulara çok duyarlı.”. Yasal bazı şeylerden de bahsetti. Durum netti: “Yapılacak bir şey yoktu.”.

Yetkilinin anlattığına göre mevzuat ancak başıboş köpeklerin “kısırlaştırılmasına” izin veriyordu. Kısırlaştırma için ise basbayağı bir ameliyat gerekiyordu ve bu da epeyce masraflı bir işti. O yüzden sokaktaki köpeklerin bir kısmı kısırlaştırılabilmişti.

Yetkilinin bahsettiği “mevzuat” 2004 yılında çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu’ydu; evet şu son zamanlarda “bir havyanı öldürmenin, acı çektirmenin idari para cezasıyla değil, hapisle cezalandırılmasını” içeren düzenlemeyle yeniden gündeme gelen kanun. Kanun şimdilik geniş çapta gündeme gelmese de bir yönüyle daha eleştiriliyor. Hayvanseverler, kanunun isminden memnun değil; Hayvan “Haklarını” Koruma Kanunu olarak değiştirilmesini istiyorlar (Şimdilik bu nüansın, önemli bir ideolojik/felsefi tartışmayı barındırdığını söylemekle yetinelim, yazının ilerleyen kısımlarında konuyu detaylandıracağız).

Tüm ülkenin gündemine oturan dört ayağı kesilmiş köpek haberiyle birlikte cevaplamamız gereken çok önemli üç soru var: Ne oluyor, neden oluyor ve ne amaçla oluyor?

Kuşkusuz, busorulara eksiksiz doğru cevaplar vermemiz mümkün olmayabilir ama anlamak için bazı verilerden yararlanabiliriz.

(Ara not: Şoke edici haberler bütün bir ülkeyi travmatik bir duygusallığa sürüklediğinde, mevzuyu anlamaya dönük her çabanın da mahkum edileceğini lütfen hatırda tutunuz. Zira, bu tür durumlarda, peş peşe tekrarlanan klişelerin dışına çıkılmaması gerekir. Klişelerin rasyonel bir şekilde sorgulanması, eğer travmanın üzerine bir politika/kanun bina edilecekse istenmez. Örneğin, Behice Boran ve arkadaşları, Kore Savaşı’nı sorguladıklarında hiç kimse onların ne söyledikleriyle ilgilenmedi. Komünist ve moskof ajanı olmakla damgalanıp hemen tutuklandılar. Ne var ki, tam 14 yıl sonra, Behice Boran ve Adnan Cemgil’in yazdıkları aynıyla yaşandı. Ama iş işten geçmişti).

Öncelikle, “ne oluyor?” sorusuna bakalım. Bu soruya doğru cevap verebilirsek, ne amaçla oluyor, sorusuna da doğru bir cevap verebiliriz.(1)

Son yıllarda çıkan haberlerin iki ana tema altında gruplamak mümkün: “Hayvanların da insanlar gibi duyguları vardır.”, “Hayvana karşı yaygın bir şiddet var.”.

Özellikle hayvana şiddet haberleri gerçekten de çok travmatik. Travmatik haberler, insanın genelde bir anlam vermekte zorlandığı ve insanda sadece “nefret”, “korku”, “suçluluk”, “öfke”, “utanç” gibi duyguları yaşamasına neden olan haberlerdir.

“Hayvana şiddet” haberleri çok fazla. Biz sadece mevzuyu anlamamızı sağlayacak bazı haberleri vereceğiz. Bu arada bu haberlerin hemen hepsinin “görüntülü” olduğunu da belirtelim.

Tam da bu satırları yazarken internet sitelerine düşen bir haberle başlayalım: “Fatih’te bir apartmanın önündeki otomobilin altında derisinin büyük bir bölümü yüzülerek öldürülmüş halde bir sokak kedisi bulundu. Mahalle sakinlerinin ihbarı üzerine harekete geçen polis, inceleme başlattı.”(2)

Bu haberden bir gün sonra görüntülü olarak yayınlanan haber şoke ediciydi: “Kadıköy’de Gece Köpek’e Tecavüz Eden Sapık Suçunu İtiraf Etti, Serbest Bırakıldı!”.(3)

Aynı gün Sinan Ogan’ın, twitter hesabından paylaştığı videoda 10-12 yaşlarında bir çocuğun küçük bir köpek yavrusuna yaptıkları gösteriliyor. Video tek kelimeyle “iğrenç.”. Ogan’ın paylaşımından ilk planda olay Türkiye’de geçmiş gibi anlaşılıyor ama bazı yorumlarda videonun Ürdün’de çekildiği öne sürülüyor. Söz konusu vahşet ise, kuşkusuz olayın nerede geçtiğinin bir önemi yok. Ama olaydan konjonktürel bir anlam çıkarılacaksa nerede geçtiği de önemlidir (16 Haziran 2018 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, internet sitesinden, haberi “nerede ve ne zaman çekildiği belli olmayan” diye verdi. Teyid.org bir gün sonra haberin Sapanca’da çekildiği bilgisinin gerçeği yansıtmadığını, sadece bir facebook sayfasından 2 bin 500 kez paylaşılan ve 35 bin görüntüleme alan videonun 2016 yılında Ürdün merkezli bir sivil toplum örgütü tarafından paylaşıldığını ve görüntülerin Ortadoğu’da bir ülkeden olduğunu yazdı).

Kelimenin tam anlamıyla “travmatik” bir haber ise 2018’in başlarında Kocaeli’den geldi. 82 yaşındaki bir “dede” köpeğe tecavüz ederken görüntülenmişti. Görüntüler sosyal medyada günlerce yer aldı. Polis tarafından yakalanan dede, “nefsime yenik düştüm.” demişti.(4)

Bu haberin yarattığı travma devam ederken bu sefer Kayseri’den bir “köpeğe tecavüz” haberi daha geldi.(5) Bu haberin travmatik etkisi bir öncekine göre daha fazlaydı. Fail hem yaşlıydı hem de “imam” olduğu söyleniyordu. Fail, takkesi ve kırlaşmış sakallarıyla tam bir “yurdum insanı”ydı.

Bu haberlerin dışında, köpeklere, kedilere, atlara, ineklere, koyunlara vs. acı çektirilen, işkence yapılan pek çok görüntü/haber hem ulusal hem de küresel medyada yer aldı, almaya devam ediyor.(6)

Hayvana şiddet haberleri (bu arada hayvanların sadakatini, sahipleriyle kurdukları duygusal ilişkileri, onların da merhamet sahibi olduğu vb. haberlerin de eş zamanlı olarak ayrı bir mecradan akmaya devam ettiğini belirtelim. Yalnız bu tür haberler konusu gereği sarsıntı meydana getirmez ama hayvanlarla ilgili, hem diğer haberlerin travmatik etkisini arttırıcı bir zihinsel arka plan oluşturur, hem de hayvanların da “insan gibi” oldukları duygusunu tahkim eder) devam ederken, eş zamanlı iki şey daha oluyor: Hayvan haklarına yönelik bilimsel nitelikli, olaya kuramsal temel sağlayan kitaplar/makaleler yayınlanıyor ve yukarıda da bahsettiğimiz gibi, konu hukukçuların gündemine giriyor(7) ve mevzuya kanuni bir temel sağlama çalışmaları devam ediyor.

Ne oluyor, sorusunu cevaplamaya devam edeceğiz. Ancak yukarıda aktardığımız örneklerin iki temel çıktısına dikkat çekmek yerinde olur: 1. İğrenç bir ülke olduk. Güya dindar, muhafazakar, Müslüman bir ülkeyiz. Ama çocuklara, yaşlılara, hayvanlara tecavüz edenlerle dolu sapık bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu kişiler, “satanist” filan da değil, basbayağı sakallı, takkeli, “imamlık yapmış”, ortalama yurdum insanı. 2. Bütün bu olup bitenler kimin zamanında yaşanıyor? Biz bu hale ne zaman geldik? 16 yıldır iktidarda kim var? Yolsuzluk, hırsızlık, kayırmacılık, tecavüzcüleri koruma; şimdi de hayvanlara tecavüz ve işkence… bunlarda her türlü numara var.

Bu çıktılar, mevcut iktidarın temsil ettiği anlayışı mahkum ederken, aynı zamanda onları biraz sonra anlatmaya çalışacağımız politikaları uygulamaya, kanunları çıkarmaya zorunlu kılıyor. Sosyal medyada bu haberlerin paylaşılma biçimi ve haberlerin altına yazılan yorumlar okunduğunda bu çıktıları görebilirsiniz.

*

Bütün bu haberler “ne oluyor?” sorusunun tamamına cevap vermiyor. Kadrajımızı biraz daha genişletip, mevzunun ekonomi-politiğiyle ilgili tarafına da bakmak “ne amaçla oluyor?” sorusuna cevap vermemize yardımcı olabilir. Fakat hemen şunu belirtelim ki, mevzunun ekonomi-politiği de “ne amaçla oluyor?” sorusuna verilecek tutarlı bir cevabın merkezinde yer almıyor. Kanaatime göre, bu konuda söylenecekler daha ikincil bir cevap olabilir ama yine de önemli.

Amerikan Ulusal Evcil Hayvan Konseyi ABD’de 61 milyon köpek ve 76 milyon kedi bulunduğunu belirtiyor (Sherry, 2009). (Demek ki, hayvanları, özellikle evcilleştirilmiş hayvanları sayan merkezler var). 2012 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir habere göre Türkiye’de 4 milyon kişi evinde kedi-köpek besliyor. Bu sevginin maliyeti ise gerçekten dudak uçuklatacak kadar büyük: 250 milyon TL. Sadece 2011 yılında Türkiye’de 30 binton kedi-köpek maması satılmış. Sektör kuru mamayla sınırlı değil; kliniği, aşısı, oyuncağı, aksesuarı, sanal mağazasıyla vs. zengin bir ürün yelpazesinden bahsediyoruz.(8) Tropikal Pet’in CEO’su İzzet Saban ise kedi-köpek maması sektörü büyüklüğünün 360 milyon TL’ye ulaştığını söylüyor.(9) Prof. Dr. Nurhan Ünüsan’ın belirttiğine göre Türkiye’de evinde kedi-köpek besleyen ailelerin oranı %5. Bu da demektir ki, Türkiye’de “hayvan sevgisi” hala yeterli bir düzeye getirilebilmiş değil.

Küresel ölçekte ise rakamların baş döndürücü olduğunu belirtmek gerekiyor. Sadece kedi-köpekler için kuru mama üreten sektörün yıllık 71 milyar dolarlık bir pazar haline geldiği ifade ediliyor. 2016’da düzenlenen pet fuarı öncesi açıklamalarda bulunan Evcil Hayvancılık İş Adamları Derneği Başkanı Selçuk Çetin, bir önceki yıl Türkiye’de mama ve aksesuar satışından 1 milyar dolar gelir elde edildiğini belirtiyor. Türkiye pazarının her yıl ortalama %15 civarında büyüdüğünü ifade eden Çetin, pet sektörünün dünya pazarında 150 milyar dolara ulaştığını ve bu rakamın 56 milyar dolarının ABD kaynaklı olduğunu söylüyor.(10)  

Ara bir not olarak hemen şunu belirtelim: Genel olarak dindar-muhafazakar kitle maruz kaldığı bir yeniliğin, hele ki ayetle-hadisle desteklenebilecek bir tarafı varsa, sosyal-siyasi ve ekonomik bileşenlerine dikkat etmiyor.
Üç yıl önce Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde gerçekleştirilen programda konuşan Prof. Nurhan Ünüsan’ın sözlerinin de yer aldığı bir habere bakalım(11):

Sokak hayvanlarına yönelik projeleri sürdüreceklerini belirten Ünüsan şunları kaydetti: “Günümüzde terk edilmiş, hakları ihlal edilmiş, kötü muameleye uğramış ve sokaklarda yaşamakta olan hayvanların yasalarla belirlenen haklarını korumak, uygun olmayan durumlardan kurtarmak, tedavilerini gerçekleştirmek, hayvanlar konusunda belirli bir duyarlılığa sahip olmak tüm bireyler için bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek için buradayız.”

Ülkemizde kedi köpek besleyen aile oranının yüzde 5, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzde 95 ve Avrupa ülkelerinde ise bu oranın yüzde 60 civarında olduğunu belirten Ünüsan, çocuklara da hayvan sevgisinin aşılanmasıyla bu rakamların artırılabileceğini ifade etti.

Programda konuşan İl Müftü Yardımcısı Yusuf Arıkan ise, olayın “dini boyutunu” ele almış ve Peygamberimizin “hayvan sevgisinden” bahsetmiş. Peygamberimizin sahabeye “hayvan sevgisini” öğütlediğini söylemiş.

Hayvan sevgisinin ekonomi-politiğini yansıtan girişimlerin yeni olmadığını belirtmeliyiz. Daha 1950’li yıllarda bile Türkiye’de böylesi bir söylemin filizlenmeye başladığını görmek şaşırtıcı gelebilir.

Örneğin Hafta Dergisi’nin 19 Şubat 1954 tarihli nüshası, New York’ta 272 bin 82 köpek olduğunu yazıyor. 6 Ağustos 1955 tarihli Cumhuriyet Gazetesi ise, Amerika’da köpeklerin çocuklardan daha iyi beslendiği haberini veriyor. Ama daha ilginç olan haberler ve konuya ilişkin yazılan makaleler ise şunları vurguluyor: Amerika’daki köpekler insanların artıklarıyla beslenmez, onar için özel üretilmiş mamalar vardır (Cumhuriyet, 3 Mart 1953), 22 milyon 500 bin köpeğin yıllık yiyecek masrafı, 200 milyon doları aşmaktadır. Amerika’da 2 bin 500 hastane, 17 bin baytar [veteriner] köpek sağlığı için çalışmaktadır. Amerika’da “köpek otelleri” vardır. Amerikalı bir girişimci 35 adet “köpek lokantası” kurmuştur (Cumhuriyet, 19 Kasım 1950). Amerika’da 3 bin civarında köpek kulübü bulunmaktadır ve bu kulüpler her yıl “köpek güzellik” yarışmaları düzenlemektedir (Vatan Gazetesi, 25 Şubat 1954).

Hayvan sevgimizin kuru mama ve pet sektörünün büyümesiyle pozitif bir korelasyona sahip olduğu açıktır. Fakat “sevmek” öznel bir şey. Bir kişide hayvan sevgisi “ha deyince” var edilmiyor. Üstelik, bizim gibi “işsizlik/yoksulluk/açlık sınırında yaşamak vb.” problemleri olan ülkeler için bu sevgi “elit sınıfların” fantezisi gibi algılanıyor. Şüphesiz bir pazarın büyümesi, bir ihtiyacın geniş kitlelerce hissedilmesini gerektirir. Bir ihtiyacın “üretilmesi” zaman alan bir şeydir ve popüler kültür ürünlerinin, STK’ların ve devletin bu ihtiyacı geniş kitlelere taşıyıcı rolü dikkate alınmadan bunun başarılması çok mümkün değildir. Ama tabii ki bu da yeterli değildir, köklü bir zihniyet değişimine ve yeni hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulacaktır.

*

Olayın ticari bileşenine yazının sonunda tekrar odaklanacağız. Fakat yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, mevzunun ticari bileşeni daha ikincil bir pozisyonda gibi görünüyor. Hayvan hakları mevzusu daha ideolojik/teolojik bir temel üzerinde yükseliyor. Konunun bu boyutunu anlayabilmek için, mevzuyu ideololojik/felsefi temelde tartışan metinlerin daha dikkatli bir şekilde etüd edilmesi gerekiyor. Konunun asıl önemli kısmı burası. Maalesef ülkemizde, konuyu entelektüel düzeyde tartışacak bir birikim olması bir yana, konuya ilgi bile gösterilmiyor. Pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da Batılı bilimsel/siyasi mecralarda yoğrulan, pişirilen tezlerin kritik edilmeden ülkemize aktarılması gibi bir problemle karşı karşıyayız. Asıl tehlike de burada yatıyor.

Konunun bu boyutunu bir makalenin sınırları içinde tartışmak mümkün değil. Ama yine de anahatlarını ele almayı deneyebiliriz. Bunun için Sue Donaldson ve Will Kymlicka’nın(12) 2016 yılının Ağustos ayında “Koç Üniversitesi Yayınları” tarafından basılan “ZOOPOLİS Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı” kitabını temel almak faydalı olabilir (Zoopolis, hayvan devleti şeklinde çevrilebilir). Fakat Türkçe’de birinci baskısı 2005 yılında yapılan (İkinci baskı: Nisan 2018) ve hayvan hakları mücadelesinin en önemli kilometre taşlarından biri olarak kabul edilen (bazılarına göre hayvan hakları mücadelesinin “kutsal” kitabı) Peter Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi kitabını da vurgulamak gerekiyor. Yine aynı yazar Pratik Etik kitabında bu konu için bir bölüm ayırmış. Bunların dışında son zamanlarda çok satan kitapların da konuya özel bir ilgi gösterdiğini belirtmeliyiz. Örneğin Yuval Noah Harari’nin Sapiens ve Homo Deus kitaplarını bunlar arasında zikredebiliriz.

Donaldson ve Kymlicka’nın kitabını temel alacağımızı söylemiştik. Çünkü kitap, hem hayvan hakları mücadelesinin tarih içinde dayandığı temel argümanları kritik edip özetliyor hem de bugüne kadar bu mücadelenin taşıdığı teorik tezlerin eksik ve yanlışlarını tamamlayıp düzelterek daha kapsamlı ve uygulanabilir bir model öneriyor. Yazarlar konuyu siyasal bir temele oturtmaya ve hayvanlar için bir “vatandaşlık kuramı” geliştirmeye çalışıyor. Kitabın savunduğu ana fikri bir kaç madde altında özetleyebiliriz:

1. Hayvan Hakları Mücadelesi “Temel Haklar” Perspektifine Sahip Olmalıdır: Donaldson ve Kymlicka hayvan hakları mücadelesinin üç temel perspektiften hareket ettiğini söylüyor. Bunlar “refahçı yaklaşım”, ekolojik yaklaşım” ve “temel haklar” yaklaşımıdır. Refahçı yaklaşım, hayvanların daha uygun koşullarda yetiştirilmesini, beslenmesini ve kullanımını temel alır. Ancak bu yaklaşım son tahlilde, insanın hayvanı kendi çıkarları için kullandığı “eşitsiz” bir ilişki biçimini içerir. Ekolojik yaklaşım da hayvanların korunmasını eko-sistem merkezli olarak savunur. Eğer bir hayvan türünün öldürülmesi eko-sistem için gerekliyse, bu görüş, eko-sistem lehine bir tutum içine girebilir. Dolayısıyla yazarlar, ekolojik yaklaşımı da “beşeri çıkarların hayvanların çıkarlarından üstün tutulduğu” gerekçesiyle eleştirir.  Özetle yazarlar, bu yaklaşımları “insanları hayvanlardan üstün tuttukları için” problemli bulur.

Donaldson ve Kymlicka hayvan hakları mücadelesinin “temel haklar” yaklaşımına sahip olması gerektiğini belirtir. Bu yaklaşımı şöyle özetler yazarlar: “Bu temel yaşam ve hürriyet hakkına istinaden, insanlar ve hayvanlar eşittir, aralarındaki ilişki efendi-köle, yönetici-kaynak, bekçi-koğuş, ya da yaratan-yaratılan ilişkisi değildir.”.

2. Hayvan Hakları İnsan Hakları Yaklaşımının Doğal Bir Uzantısıdır: Yazarlar, hayvan haklarının, insan haklarının doğal bir uzantısı olduğunu savunur. Bu önermenin temel dayanağı, hayvanların (bazı hayvanlar hariç) bir “benliğinin” olmasıdır. Yani “öznel deneyimlere” (örneğin acı çekmek gibi) sahip olmalarıdır. Onlara göre insan hakları devrimi, “kişinin yaşam hakkının toplumun iyiliğine göreli katkısından bağımsız olduğunu, çoğunluğun iyiliği uğruna ihlal edilemez olduğunu savunur.” Yazarlar “ihlal edilemezlik” ilkesinin “hayvanları da içine alacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunuyoruz.” demektedir.

3. İnsanların Hayvanlardan Üstün Olduğunu Söylemek “Türcülük” Olarak İsimlendirilen Bir Ayrımcılık Çeşididir: Temel hakların sadece insanlar için geçerli olduğunu söylemek yazarlara göre “türcülük”tür ve ayrımcılığın daha zor farkında olunan bir çeşididir. Erkeklerin kadınlardan üstün kabul edilmesi nasıl ki cinsiyetçilik; beyazların zencilerden üstün görülmesi nasıl ki ırkçılık olarak kabul ediliyorsa, insanın hayvandan üstün olduğunu kabul etmek de türcülüktür. Onlara göre hayvanlar da “birer kişi” olarak kabul edilebilir. Nitekim Francione’nin son kitabının adının da Animals as Persons (Kişi Olarak Hayvanlar) olduğunu belirtirler. Yazarlar, insan üstünlüğünü savunmayı “insan şovenizmi” olarak isimlendirir.

4. Hayvan Sömürüsünü Meşrulaştıran Görüşlerin Temelinde Dinler ve Tanrı Fikri yer Alır: İnsanlarla hayvanların eşit haklara sahip olması gerektiği görüşüne yönelik yaygın bir direncin olduğunu söyleyen yazarlar bu direncin kaynağını “kültürel veraset” olarak tanımlar. Donaldson ve Kymlicka’nın bu konuda söyledikleri özellikle önemlidir: “Batılı (ve pek çok Batılı olmayan) kültür yüzyıllardır hayvanların insanlardan bir tür kozmik hiyerarşi gereği daha aşağıda olduğu, bu nedenle insanların amaçları doğrultusunda hayvanları kullanma hakkına sahip olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu fikir pek çok dinin temelinde yatmaktadır.” İnsanların hayvanlardan üstün olduğu yargısı ise daha çok tek tanrılı dinlerden kaynaklanmaktadır. Yazarların da James Serpell’den aktardığı gibi, “…hayvanların öldürülmesinden esas sorumlu olan insanların kurban sunmasını talep eden tanrılardır.”. Dolayısıyla, bugün genelgeçer olan “insanın varlık hiyerarşisi içindeki üstünlüğü/merkezi konumu” fikri, teolojiktir, bilimsel değil. 

5. Hayvan Hakları Sadece Negatif Hakları Değil, Pozitif Hakları da İçerir: Donaldson ve Kymlicka temel hakları, “negatif” ve “pozitif” temel haklar olarak ikiye ayırır. Negatif haklar, eziyet görmeme, işkence edilmeme, acı çektirilmeme gibi haklardır (Türkiye’de hayvana şiddet gündemi şimdilik daha çok bu temelde gündeme gelmektedir).

Pozitif haklar ise insanların hayvanlara karşı ilişkisel sorumlulukları olduğunu belirtir. Bu sorumluluklar, hayvanların yaşam haklarını maksimize edecek düzenlemeleri içerir. Örneğin, “binaları ve yolları hayvanlara yer açacak şekilde yeniden tasarlamak ya da refakatçi hayvanlar için etkin koruma modelleri” geliştirmek, bu tür düzenlemeler içinde yer alır. Pozitif haklar, insanların “pozitif yükümlülüklere” sahip olduğunu gösterir. Zoopolis’te şöyle yazmaktadır: “Bu zorunlulukların başında hayvanların habitatına saygı duymak, binalarımızı, yollarımızı ya da mahallelerimizi hayvanların ihtiyaçlarını dikkate alacak şekilde inşa etme zorunluluğu, taammüden olmasa da insan faaliyetleri sonucunda zarar gören hayvanları kurtarma ya da bize bağlı hale gelmiş hayvanlara karşı ihtimam gösterme zorunluluğu gelir.”.

Yazarlar şunun altını kitap boyunca özellikle çizer: Hayvanların negatif haklarını korumak daha kolaydır. Ama esas olan hayvanların pozitif haklarını devlet ve toplum anlayışımızın temeline yerleştirmektir. Hayvan hakları mücadelesi pozitif hakları uygulanabilir bir modele dönüştürmediği sürece eksik ve yetersiz kalacaktır. Yazarların yaptıkları şu vurgu ayrıca bir önem taşır: “Makul bir hayvan hakları kuramının ana görevinin, hayvan bağlamı için karşılaştırılabilir kategoriler tespit edip, insan-hayvan ilişkilerinin farklı örüntülerini ve onlara ilişkin pozitif görevleri tasnif etmek olduğuna inanıyoruz.”.

6. Hayvan Hakları Mücadelesine Yönelik Direnç Dinden Kaynaklanır: Yalnızca insanların ihlal edilemez haklara sahip olduğu yargısını eleştiren yazarlar, bu görüşü savunanların “dinden medet” umduklarının altını çizer. Donaldson ve Kymlicka’nın şu vurgusu özel bir önem taşır: “Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dahil pek çok inanca ait kutsal kitap, Tanrı’nın insanlara hayvanlar üzerinde egemenlik bahşettiğini, bu egemenliğin onları kendi çıkarı için kullanma hakkını kapsadığını söyler. Pek çok dindar için, bu dinsel onay HHK’yi [Hayvan Hakları Kuramını] reddetmek için yeterli dayanağı oluşturur. İnanç ya da kutsal vahiyden ziyade kamusal akıldan beslenen iddialarla ilgili olduğumuz için bu tartışmayı bir kenara bırakıyoruz.”.

7. Hayvanlar da İnsanlar Gibi Vatandaş Olarak Kabul Edilmelidir: Hayvanların ihlal edilemez haklarını savunmak ancak hayvanların vatandaşlık kuramına dahil edilmesiyle mümkün olabilir. Yazarlar, siyaset teorisinin vatandaşlık kuramının hayvanlar içinde geçerli olduğunu, hayvanlara da uygulanabileceğini belirtir. Donaldson ve Kymlicka bu noktada bir kişiyi “vatandaş” yapan 3 temel işlevi sayar: Milliyet, halk egemenliği ve demokratik siyasi faillik. İlk ikisinin hayvanlar için de zaten geçerli olabileceğini belirten yazarlar, “siyasi faillik” konusunun kafaları karıştırdığını söyler. Örneğin seçme ve seçilme hakkına sahip olabilirler mi? Hayvanların vatandaşlık kuramına dahil edilmesinin pek çok kişiye “akıl dışı” geldiğini söyleyen yazarlar, bunun mümkün olduğunu ifade etmektedir. Örneğin “zihinsel engelliler” için siyasal sürece katılmalarını sağlayacak yeni modeller söz konusudur. Onlara göre, “kişinin şahsi iyilik hissini ortaya çıkarmanın yollarını çoğu kez sözlü yerine ‘bedensel’ iletişimle bulmayı hedefleyen yeni modeller” bunu mümkün kılabilir. 

Bu temel argümanlardan da fark edilebileceği gibi “hayvan haklarının siyasal kuramı” sorunun kaynağını teolojik bir temele dayandırır ve ontolojik hiyerarşiye itiraz eder. Şüphesiz sorunun bu temelde ele alınması ve yapılan itiraz yeni bir ontolojik sınıflandırmayı da beraberinde getirir. Kitap da zaten özellikle beşinci bölümden itibaren bu “yeni ontolojik sınıflandırma” üzerine kurulacak yeni bir devlet/toplum yapısının pratik olanaklarını tartışır, çözüm önerilerinde bulunur.

*

Öncelikle, Donaldson ve Kymlicka’nın savundukları tezlerin bir kısmının ülkemizde hukuki bir karşılık bulduğunu söylemeliyiz. 2004 yılında çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu(13), bu kanunun uygulama yönetmeliği(14) ve 2018’in başında “hapis” cezasını öngören düzenlemeler buna örnek olarak verilebilir. Ancak, kitabın savunduğu tezler ve devletlere yüklediği sorumluluklar açısından henüz daha başlangıç aşamasında olduğumuz açıktır.

Nitekim, dört bacağı kesilmiş köpek haberinden sonra Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, seçimlerden sonra Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılacağını ve daha “ciddi adımlar atılacağını” söyledi.(15) Seçimlerden sonra ne tür değişiklikler yapılacağını bilmiyoruz. Ama değişikliklerin onlarla sınırlı kalmayacağına emin olabiliriz. Bu düzenlemelerin her birini “küçük adımlar” olarak görmek daha doğru olur. Bundan sonra hangi adımlar atılacak ve yolun sonunda nasıl bir yere varacağız?

*

12 Mayıs 2018 tarihinde yayınlanan yazımızda şu tespiti yapmıştık(16): “İnsan ve hayvanın ontolojik olarak eşitlendiği yeni bir düzen kuruluyor.” Aynı yazıda, şu tespite de yer vermiştik: “Kadına şiddet konusu popülerliğini yavaş yavaş yitirirken, “hayvana şiddet” konusu daha ciddi bir hukuki temele oturtulacak. Hayvanın hukuki kimliği daha sık tartışılacak. Kurban meselesi yakın bir gelecekte hukuki bir konu olarak karşımıza çıkacak.”

Şimdi bu tespitleri, Donaldson ve Kymlicka’dan aktardığımız görüşleri de dikkate alarak biraz daha açmaya çalışalım. Acaba son zamanlarda sıklaşan “hayvana şiddet” haberleri gelecekte ne tür kültürel, politik ve hukuki çıktılar üretebilir?

1. Varlık algımız köklü bir değişime uğrayacak, varlık hiyerarşisi yeniden tanımlanacaktır. Her şeyden önce bir “zihniyet değişimi” zorunlu olacaktır. İnsanın “ahsen-i takvim” (Tin: 4) (ya da eşref-i mahlukat) olduğu inancı, hayvan sömürüsünü meşrulaştırdığı gerekçesiyle mahkum edilecektir. Şüphesiz bu, “esfel-i safilin” (Tin:5) ya da “belhum adal”  (A’raf:179) düşüncesinin de mahkum edilmesi anlamına gelir. Dikkat edilirse insanı (ya da hayvanı) varlık alemi içinde kategorize eden bu tür ifadeler “türcülük” olarak damgalanmaktadır. Kanaatime göre, en önemli sonuç bu olacaktır. İnsan hakları kuramı tanrıyı merkezi konumundan indirerek oraya insanı yerleştirmişti. Hayvan hakları kuramı ise bu müdahaleye yeni bir müdahale daha yaparak insanı da merkezi konumundan indiriyor ve bu merkezi konumu hayvanlarla eşit bir şekilde paylaştırıyor. Bu şüphesiz, teolojik bir müdahaledir ve varlık alemini hiyerarşik olarak yeniden tanımlar. Bu yeni tanımlamanın yol açacağı hukuki ve politik sonuçlar sınırsızdır.

2. Pek çok kavramın geleneksel anlamı köklü bir şekilde değişecek; genişleyecek ya da daralacaktır. Zoopolis’in getirdiği “vatandaşlık” kavramı bu değişimi üretebilecek zengin bir potansiyeli içinde barındırıyor. Örneğin “Türk milleti” kavramı neyi ifade edecektir? Türkiye’de yaşayan köpekleri, kedileri, inekleri, domuzları, koyunları bu kavramın içine mi dahil edeceğiz, yoksa bu hayvanları da kapsayan daha geniş bir kavrama mı ihtiyacımız olacak? Burada ayrıntısına giremesek de, Donaldson ve Kymlicka farklı hayvan sınıflarının, yaşadığı ülke ve diğer ülkelerle ilişkilerini ayrıntılı bir şekilde betimliyor. Örneğin, yazarlar,   evcilleştirilmiş hayvanlara “vatandaşlık”, yaban hayvanlarına “egemenlik”, liminal hayvanlara(17) “yerleşme hakkı” verilmesi gerektiğini ifade ederken, insanın kendi yaşadığı ülkeyle ve diğer ülkelerle ilişkilerini düzenleyen “vatandaşlık kuramı”ndaki kategorileri hayvanlara da uygulamaktadır. Hayvanların aynı zamanda “siyasi failler” olarak konumlandırıldığı bir dünyada “Türkiye Büyük Millet Meclisi” nasıl bir anlama sahip olacaktır? Demokrasi, halk, egemenlik, mülteci, turist, mahalle, aile, akrabalık vb. kavramları biz zihnimizde “insan” merkezli olarak anlamlandırıyoruz. Ama Zoopolis’te de ifade edildiği gibi, bu yüzyıllar boyunca oluşmuş, şimdi bize doğalmış gibi gelen “türcü” anlayışımızın bir sonucu. Bütün bu kavramların hayvanları da içine alacak şekilde genişletilmesi kaçınılmazdır.

3. Coğrafi mekan (ülke, şehir, mahalle, ev, yollar ve sokaklar vs.) hayvan merkezli olarak yeniden tasarlanacaktır. Donaldson ve Kymlicka “hayvanların pozitif haklarını” sık sık şehir planlaması ve mekan tasarımıyla örneklendirmektedir. Bir şehri, mahalleyi, bir siteyi, bir evi “sadece insanları düşünerek” tasarlamak türcülükten kaynaklanıyor. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda “Hayvan dostu” yeni planlamalar kaçınılmaz olacaktır. Ortaya nasıl bir şey çıkar şimdilik tam olarak bilemiyoruz. Fakat şunu söyleyebiliriz: halka açık (halkı burada sadece insanların oluşturduğu bir topluluk olarak görmemeliyiz) bütün kurumlar hayvanları da dikkate almak zorunda kalacaktır. Örneğin lokantalarda, alış veriş merkezlerinde, otellerde, halk (aklımıza yine sadece insan geldiyse bu normaldir, zamanla alışacağız) otobüslerinde hayvanlar için de özel olarak tasarlanmış bölümler olacağını söyleyebiliriz. Mekanın tasarımına hayvanların da dahil edilmesi kuşkusuz yepyeni sektörlerin habercisi olacaktır. Bu da şimdilik çok bakir olan çok büyük bir pazar demektir. Muhtemelen ileride “hayvan dostu kentsel dönüşüm projeleri” söz konusu edilmeye başlanacaktır.

4. Her hayvanın bir kimliği olacaktır, hayvanların bireyselliği gündeme gelecektir. Önümüzde çok kompleks oldukça fazla konu var. Bunlardan biri hayvanların kimliklendirilmesidir. Vatandaşlık için kimlik şarttır. Zoopolis hayvanlara bir “sınıf” olarak bakmanın yanlış olduğunu söylüyor. Mesela biz sadece “doberman” deyip geçiyoruz ve aklımıza bir “köpek sınıfı” geliyor. Halbuki bu bakış açısı “hayvanların bireyselliğini” yok sayan hatalı bir bakış açısı. Her bir doberman köpeği kendine özgü ayrı bir bireydir. Onların bireyselliklerini koruyan bir kimliklendirme sistemi kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı “Kedi, Köpek ve Gelinciklerin Kimliklendirilmesi ve Kayıt Altına Alınmasına Dair” bir yönetmelik yayınladı(18) (Yönetmeliğin “gelincik”e niçin bu kadar önem verdiği ayrı bir tartışma konusu). Buna göre, ev hayvanları sahiplerinin kedi, köpek ve gelinciklerine kimlik çıkartmasını zorunlu hale getirildi. Köpek sahipleri 1 Ocak 2021, kedi ve gelincik sahipleri ise 1 Ocak 2022’den itibaren kimliklendirilecek. Bu yönetmeliğin içerdiği maddelerin oldukça önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Yayınlanan bir haber yönetmeliğin içeriğine ilişkin şu bilgileri veriyor(19): “Yeni doğan ev hayvanının sahibi doğum tarihinden itibaren en geç 3 ay içinde Bakanlığın il veya ilçe müdürlüğüne başvurmakla yükümlü tutuldu. Mikroçip takılarak pasaport düzenlenen ev hayvanları 15 gün içinde veri tabanına kaydedilecek. Bu hayvanlara yapılan aşılar ve sahip değişikliği gibi bilgiler en geç 15 gün içinde kaydedilecek. Ev hayvanı sahibi, çıkarılan pasaportların kaybolması, çalınması veya imhası halinde en geç 60 içinde durumu bildirecek. Taleple 15 gün içinde yeniden pasaport hazırlanacak.”

Fakat tahmin edileceği gibi bu yeterli değil. Çünkü yönetmelik “sahipli” ve “bir kısım” hayvanı kapsıyor. Halbuki bütün evcil hayvanların yaşadığı ülkenin bir kimliğine(20) sahip olması doğal hakkı olarak görülmelidir. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün bir araştırmasına göre sadece İstanbul’da 130 bin “sokak köpeği” olduğu tahmin ediliyor.(21) Yine 125 bin civarında “sahipsiz kedi” olduğu belirtiliyor.(22) Kısa bir zamanda bütün hayvanların kimliklendirilme işlemlerine geçilecektir. Bu da devlete ve kamuya, bütün hayvanların “haklarına” uygun olarak beslenmesi, tıbbi bakımı vb. yükümlülüklerini yerine getirmesi için  yeni sorumluluklar getirecektir. Bugün nasıl ki, “toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bütçe”den bahsediyorsak, “hayvan haklarına duyarlı bütçe” söz konusu olacaktır. Herkes hayvan haklarını korumak için elini biraz cebine atmak zorundadır. Nitekim geçtiğimiz günlerde Tokat’ın Turhal belediyesi 1 milyon TL maliyetli bir hayvan barınağı inşa etti.(23) Isparta’ya inşa edilen hayvan barınağının maliyeti ise 2 milyon 750 bin TL.(24) Anadolu Ajansı’nın verdiği habere göre ise Türk Veteriner Hekimleri Birliği Başkanı Talat Gözet, sokak hayvanları için “bütçe” oluşturulması gerektiğini söyledi.(25) Dahası, bazı Avrupa ülkelerinde, örneğin Almanya’da “evcil hayvan vergisi” olduğunu biliyoruz.(26)

5. Aile kavramı hayvanları da içine alacak şekilde genişletilecek; hayvan-insan aileler mümkün olabilecektir. Aile kavramı bugün zaten önemli ölçüde geleneksel anlamını yitirmiş durumda. Çekirdek aileden sonra, aile kavramı LGBT aileleri, single aileleri de içine alacak şekilde genişletildi. Bugün artık hayvanlar evin içine girmiş, ailenin bir parçası olmuştur. Evcil hayvan besleyen ailelerde, besledikleri hayvan da ailenin bir üyesi olarak tanımlanmaktadır ve aile beslediği hayvandan yasal olarak sorumludur. Şüphesiz, eve alınan bir hayvanın “çocuk edinme” ihtiyacını nasıl etkileyeceğini ya da bir hayvanla birlikte büyüyen bir çocuğun benliğini nasıl etkileyeceğini tam olarak bilmiyoruz. Dahası eğer hayvanlar “vatandaş olarak” kabul edilebiliyorsa, bir hayvanla evlenmek de mümkün olabilir mi, sorusu gündeme gelecektir. Nitekim bugün biraz magazinel olarak da olsa hayvanlarla evlenen insan haberleri gündeme gelmektedir. Daily Mail’de yayınlanan haberde Kuzey İrlanda’da yaşayan 43 yaşındaki Wilhelmina Morgan Callaghan’ın köpeğiyle evlendiği belirtiliyor.(27) Bu ileride zoofilinin de yasallaşabileceğine bir işaret olarak yorumlanabilir.

6. İleride sahipsiz evcil hayvanların aileler tarafından sahiplenilmesi zorunlu hale gelebilir, ya da farklı düzeylerde ödül-yaptırımlar söz konusu olabilir. Yazıyı kaleme alırken, Türkiye’de ne kadar kedi-köpek olduğunu araştırdım ama sağlıklı bir veriye rastlamadım. Sadece elimizde İstanbul’da 250 bin civarında “sahipsiz” kedi-köpek yaşadığı bilgisi var. Çeşitli sitelerden ve forumlardan araştırdığıma göre bir köpeğin aylık masrafı, 250 TL ile 500 TL arasında değişiyor. Tabii ki, maliyete bir üst sınır koymak çok mümkün değil. Maliyetin içine veteriner masrafları ve mamanın dışında oyuncaklar, aksesuarlar, estetik ve özel bakım da dahil edildiğinde çok daha fazla olabiliyor. Fakat ortalama olarak bir köpeğin yıllık masrafını 4 bin TL civarında olduğunu söyleyebiliriz. Yapılan yorumlara göre kedilerin masrafları biraz daha az.

Acaba ileride her bir ailenin “sahipsiz” bir hayvanı sahiplenmesi zorunlu hale gelebilir mi? (Ne yani, sahipsiz hayvanların işkence edilmesine, tecavüze uğramasına duyarsız mı kalacaksınız?) Zorunlu hale gelmese bile evinde kedi-köpek besleyenler için devlet tarafından bazı cazip imkanlar sunulabilir mi? Küçük bir hesap yaptığımızda bunun oldukça mantıklı olduğunu söyleyebiliriz: Sadece İstanbul’daki 250 bin kedi-köpeğin aileler tarafından sahiplenildiğinde yapılacak harcamayı düşünürsek, ortaya aylık 100 milyon TL, yıllık 1 milyar 200 milyon TL gibi bir rakam çıkıyor. Şüphesiz, bu rakamlar ulusal ve uluslararası pet sektörünü oldukça heyecanlandırıyor olmalı.

Tabii ki, bu maliyet çok daha yüksek rakamlara da ulaşabilir. Örneğin geçtiğimiz Mart ayında İzmir’de düzenlenen pet fuarında sergilenen kedi-köpek ürün gruplarının oldukça geniş bir yelpazede olduğunu görüyoruz: Mama, sağlık ürünleri, bakım ve kozmetik ürünleri, kedi kumu, dekorasyon malzemeleri, taşıma ürünleri ve oyun alanları, tekstil ürünleri, kulübe ve yaşam alanları, aksesuar ve oyuncaklar.(28) 

Pet sektörü bunlarla sınırlı değil. Dünyada en çok evcil hayvan beslenen ülke olan Amerika’da evcil hayvanlar için binlerce ürün satışa sunuluyor. Örneğin köpekler için emniyet kemeri satan Bob Webster, iki farklı kemer modeli ürettiklerini söylüyor.(29) Kuşkusuz, “hayvan dostu” arabalara kedi-köpekler için “kemer” zorunluluğu da getirilmesi “kedi-köpek emniyet kemeri sektörünü” oldukça mutlu edecektir (Peki ya “hayvan dostu camiler?”. Neden olmasın?).

7. Beslenme kültürü değişecektir. Bir gencin bir köpeği ya da kediyi kestiğini gösteren bir gizli kamera görüntüsü izleseniz, ne hissedersiniz? İyi ama biz bunu her gün milyonlarca kez yapıyoruz ve üstelik kestiğimiz hayvanları da yiyoruz. Misal, bir kaç ay sonra kurban bayramında olacakları düşünelim.

Konunun duayenlerinden Peter Singer Hayvan Özgürleşmesi kitabında aynen şöyle yazar: “İnsan dışı hayvanları yemeye devam eden bir kişinin onlara değer vermekte tutarlı davranması mümkün değildir. Sırf belli bir tür yiyeceğin tadını sevdiğimiz için başka bir varlığın hayatına son vermeye hazırsak, bu varlık [tavuk, inek, koyun ya da herhangi bir hayvan] amacımıza ulaşmak için kullandığımız bir araçtan başka bir şey değildir.”. Singer, Goldsmith’ten çelişkimizi yansıtan şu sözü de aktarır: “Hem acıyor, hem de merhamet ettikleri şeyi yiyorlar.”.

Dünyanın en büyük hayvan hakları organizasyonlarından olan PETA’nın bir sloganı ise şöyledir: “Et cinayettir.”.

Kuşkusuz, insanoğlunun vegan beslenme biçimini kabullenmesi çok kolay değildir. Hayvan (ve hayvansal ürünler) temel beslenme ürünlerimiz arasındadır. Ama bunun değiştirilemeyeceği gibi bir ön kabul çok doğru görünmüyor. Nitekim, bugün vegan beslenmenin avantajları güçlü bir şekilde propaganda ediliyor ve kimi bilimsel araştırmalar tarafından da destekleniyor. Dipnotta verdiğim haberlere göz atabilirsiniz.(30)

Kırmızı ette bulunan proteinin, bitkisel proteinlere göre insan için pek çok açıdan (mesela kırmızı etin zihinsel gelişimde önemli bir rolü vardır) daha faydalı olduğu ortaya konulmuşken(31) vegan beslenme niçin propaganda ediliyor? Açıkçası bu konuda daha ayrıntılı bir çalışma yapmak gerekiyor. Ancak şimdilik şunu belirtebiliriz: İnsan-hayvan eşitliğini savunan “hayvan hakları” kuramının tutarlı bir şekilde savunulabilmesi için et yemenin bırakılması gerekiyor. Çünkü hem et yemeye onay verip, hem de insanın hayvandan üstün olduğunu savunan görüşe itiraz etmek derin bir çelişki barındırır. “Et yemek davranışı”nda şu yargı doğal olarak bulunur: “Hayvanlar insan için vardır.”. Halbuki, Zoopolis’ten yaptığımız aktarımlarda da vurgulandığı gibi, hayvan hakları kuramı, bu yargıya itiraz etmekle başlar.

*

Hayvan hakları gündemi, medyaya yansıdığı şekliyle sınırlı değildir. Hatta konu, “hayvan” da değildir; doğrudan insandır. Konu, insanın varlık alemi içindeki yeri, insanın yeniden tanımlanması, konumlandırılması ve ilahi ontolojik sınıflandırmanın çözülmesiyle ilgilidir. 

Eğer bu yapılırsa, yapılabilirse her şey yeniden tanımlanacak, bildiğimiz hemen her şey yeniden bir düzenlemeye tabi tutulacaktır. Hayvana “insan” gibi muamele edilen bir dünyada, insanın da hayvani yönü daha bir kabul edilebilir hale gelecektir. Kymlicka ve Donaldson’un öne sürdükleri tezleri dayandırdıkları argümanlar bu açıdan oldukça ilginçtir. Yazarlar, kitap boyunca, hayvan haklarını meşrulaştırmak için insan kategorilerini örnek olarak kullanır. İnsan davranışlarını meşrulaştırmak için de niçin hayvan davranışları bir dayanak olmasın?

Kaynak: http://www.islamianaliz.com/h/65872/mucahit-gultekinden-hayvana-siddet-haberleri-ne-anlama-geliyor-yazisi-bu-kez-bedeli-insanligimiz-olabilir

6284 sayılı yasanın mimarından itiraf!

YÖK Başkan vekilliği/üyeliği, Saadet Partisi GİK üyeliği ve genel başkan Temel Karamollaoğlu’nun danışmanlığını yapan ve halen Hacı Bayram Veli Üniversitesinde öğretim üyesi Prof. Dr. İzzet Özgenç İstanbul Sözleşmesi’nin gereği olarak hazırlanan 6284 sayılı yeni devrim yasasının kendisi tarafından hazırlandığı/yazıldığını sonunda itiraf etti.

Aileleri dağıtan, şiddet olaylarını ve boşanmaları artıran, delil ve belge aranmaksızın uzaklaştırma (sürgün) ve tedbir kararları verilen, arabuluculuk ve uzlaşmayı yasaklayan, ceza hukukunda karşılığı bulunmayan yeni suç tipleri (psikolojik, duygusal ve ekonomik şiddet) ihdas eden, İstanbul Sözleşmesi’nin gereği olarak hazırlanan 6284 sayılı yeni devrim yasasının kendisi tarafından hazırlandığı/yazıldığını Prof. Dr. İzzet Özgenç sonunda itiraf etti.

14.01.2020 tarihinde sosyal medyadan yayınladığı mesajında, “6284 sayılı kanunun redaksiyonu (hazırlayan/yazan) görevim dolayısıyla şahsım hakkındaki psikiyatrik bir vaka olarak ele alınması gereken tezviratlara…” şeklinde ifadelerde bulunarak, bugüne kadar defalarca yazmamıza, cevap beklememize, basının röportaj ve canlı yayın taleplerini reddetmesine, duymazlıktan/görmezlikten gelmesine rağmen “Mızrak çuvala sığmaz” misali 6284 sayılı kanunu hazırladığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar eleştirileri psikiyatrik vaka olarak tanımlasa da uzmanlık alanı olmadığından iddiası ciddiye alınmaz. Ancak erbabı ve uzmanının teşhis ve tespitleri önem arz eder.

6284 sayılı yasa ve yönetmeliği ile uygulama sonuçlarına yönelik itirazlarımıza/eleştirilerimize hukuki cevaplar verilmesi gerekmektedir. YÖK Başkan vekilliği/üyeliği, Saadet Partisi GİK üyeliği ve genel başkan Temel Karamollaoğlu’nun danışmanlığını yapan ve halen Hacı Bayram Veli Üniversitesinde öğretim üyesi, Bezmialem Vakıf Üniversitesinde mütevelli üyesi olan Sayın Özgenç’e mimarı olduğu yasa hakkında sorularımızı tekrarlıyoruz. Hukuk zemininde cevapladığı takdirde köşemizde yayınlayacağız:

6284 sayılı özel ceza yasası, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile hukukun temel ilkelerine uyumlu mudur?

Masumiyet karinesinin bir sonucu olan Ceza Muhakemesinin temel prensiplerinden en önemlisi “in dubio pro reo” yani “kuşkudan sanık yararlanır”, (affirmanti incumbit probatio) ispat yükü, iddia eden üzerindedir, suçta ve cezada kanunilik ilkeleriyle, adil ve doğru yargılanma hakkı, lekelenmeme hakkı karşısında 6284 sayılı yasayla getirilen düzenlemelerle aykırılık oluşturmakta mıdır?

Hukuk tarihinde “delil-belge aranmaz” şeklinde başka bir yasada benzer bir hüküm mevcut mudur? Yerel mahkemelerin, tedbir talepleri üzerine delil ve belge aranmaksızın karar vermeleri karşısında açıklama, gerekçe veya yasada değişiklik yapılmasını düşünüyor musunuz?

2019 yılı itibariyle yılda 550.000 tedbir kararı verilmesi (uzaklaştırma/yaklaşmama vd.) yasanın amacına uygun mudur? 2016 tarihli Meclis Komisyon Raporu’nda açıklanan eleştiriler dikkate alınmalı mıdır?

İstanbul Sözleşmesi ve sözleşmenin gereği olarak hazırlanan 6284 sayılı yasanın yürürlüğü tarihinden itibaren işlenen kadın cinayet oranının yaklaşık % 500 artması ile boşanmaların artışı ve evliliklerin azalmasına bu sözleşme ve yasanın uygulanmasının etkisi bulunmakta mıdır?

Cinayet suçu faillerinin bir kısmının eşzamanlı intihar etmesi olgusu bu yasanın uygulanması sonucu ile bağlantılı mıdır?

6284 sayılı yasanın dünyada EŞİ ve BENZERİ var mıdır? Diğer ülkelerde uygulama örnekleri nelerdir?

Babayı/kocayı ve diğer erkek aile bireylerini konutundan/ailesinden/çocuklarından 1 aydan 6 aya kadar ve tekrarlanan her başvuruda yeniden aynı sürelerde uzaklaştırmak (sürgün) ve tazyik hapisleri kişiyi ıslah etmekte midir? Ailelerin dağılmasına ve şiddettin artmasına mı sebebiyet vermektedir?

6284 sayılı yasa ve yönetmeliğinde “UZLAŞMA ve ARABULUCULUK” hükümlerinin uygulanmasının yasaklanması ile inanç değerlerimizi nasıl tevil ediyorsunuz?

“Eğer karı koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah karı koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.” (Elmalılı Hamdi Yazır Meali-Nisa 35)

Kanunlardaki 48 ayrı suç tipinde uzlaşma hükümlerinin uygulanması mümkün iken, aile ve eşler arasında uzlaşma yasağının amacı nedir? Şikâyetten vazgeçme hakkının tanınmaması ile beklenen hukuki yarar nedir?

Kralların bile girmemesi gereken son kale olan ailenin içine kamu gücünün bu denli sokulması doğru mudur?

Feminist önderlerden Av. Canan Arın ve Hülya Gülbahar “ ..biz çıkartırdık, noktasına virgülüne kadar biz yazdık “ ifadelerine ne diyeceksiniz? Mimarı olduğunuz 6284 sayılı yasayı “Türk Ceza Hukuku Mevzuatı” kitabınıza almamanızın saiki nedir?

6284 sayılı yasada tanımlanan “psikolojik (duygusal) ve ekonomik şiddet” suçlarının ceza genel hükümlerinde karşılığı var mıdır? “Suçta ve cezada kanunilik ilkesi” ile bağdaşmakta mıdır? Aile çöküyor. Toplum atomize ediliyor. Ahlaki erozyon hızla devam ediyor. Parçalanan ailelerin çocuklarının feryatları yeri/göğü inletiyor. Babasız veya itibarı yerle bir edilen insanların çocuklarından sağlıklı bir nesil bekleyebilir miyiz? Sayın Prof. Dr. İzzet Özgenç beyefendi, 6284 sayılı yasanın mimarı olmanız hasebiyle halkımızın merak ettiği şimdilik bu soruları hukuki bir üslupla cevaplandırmanızı bekliyoruz.

Kaynak: https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sefa-saygili/6284-sayili-yasanin-mimarindan-itiraf-31103.html