İslam Dünyasında İnsan Hakları Kavramı-Recep Sentürk

İslâm Dünyasında. İnsan hakları kavramı, ferdin insan olarak yaratılmış olmaktan doğan aslî haklarını ifade ettiğinden bildiriminde insanı muhatap alan, ona yaratılış ve var oluşun metafizik boyutunu açıklayan ve onu sorumluluğuna denk bir hak ve yetkiyle donatılmış olarak tanıtan vahiy geleneğinde ve bunun son halkası İslâm dininde de bu haklara büyük önem atfedilmiştir. Ancak kullanılan terminolojinin farklılığından dolayı insanlık tarihine kıyaslandığında uzun bir geçmişi bulunmayan insan hakları söyleminin günümüz formatıyla dinî metinlerde aranması yerine içerik ve işlev yönüyle karşılıklarının araştırılması ve bunların sosyal ve tarihsel bağlamının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Nitekim İslâm dininin aslî kaynağı olan Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in açıklamalarında insan hakları doktrininin ana unsurlarını içeren, bu kavramın fikrî temelleri sayılabilecek ilke ve amaçlardan söz edildiği, bu iki kaynak ışığında oluşan İslâm kültür ve geleneğinde kendine has form ve içerikle insan hakları açısından zengin bir birikimin bulunduğu görülür.

Kur’an’da insanın bazı zaaflarının yanı sıra önemli imkân ve kabiliyetlerle de donatıldığı, saygı değer (mükerrem) varlık olarak yaratıldığı, diğer yaratılanların üstlenemediği bir sorumluluk (emanet) yüklendiği anlatılır ve onun yeryüzünde iyilik ve güzelliği hâkim kılmak üzere Allah’ın halifesi olarak görevlendirildiği belirtilir (bk. İNSAN). Yine Kur’an’ın özel anlatım üslûbu içerisinde insanın yaşama, bir dini benimseme ve gereklerine göre hareket etme, sonuçlarına katlanarak dilediği davranışta bulunma, mülk edinme, seyahat, cinsî haklar ve iffet, beden ve ruh sağlığını koruma gibi temel haklarına değinilir ve bunların korunmasına yönelik olarak farklı seviyelerde yaptırımlardan söz edilir. İslâmî telakkiye göre din fıtrîdir ve insanın yaratılıştan taşıyageldiği güzellikleri korumasına yardımcı olur, aklıselimi takviye eder. İnsanın sahip olduğu bütün haklar yaratıcı Tanrı’nın iradesine dayanır ve O’nun insana bağışıdır. Ferdin Tanrı’nın mutlak güç ve iradesine boyun eğmesi de onun irade özgürlüğünü yitirmesi değil, aksine yaratılış ve var oluş çizgisinde bilinçlenip alt ve dünyevî otoriteler karşısında özgürleşmesi anlamını taşır. Bütün bu telakkiler, hakların dinî veya dünyevî temelli beşerî ve hâkim güçler tarafından tanınıp lutfedildiği ve yine onlar tarafından serbestçe kısıtlanabileceği anlayışını reddetmesi ve insana insan olması sebebiyle bir değer vermesi anlamına geldiğinden insan haklarına tarih boyunca önemli bir zemin oluşturmuştur. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’te hak kavramının sadece insan ilişkileriyle sınırlandırılmayıp Allah-insan ilişkileri çerçevesinde de ele alınması, bu kavramın İslâmî bakış açısından sahip olduğu kapsam ve genişliği göstermesi bakımından da dikkat çekicidir (bk. HAK).

Öte yandan insan haklarının tanınmasının ve yazılı metinlerle tesbit edilmesinin tek başına yeterli olmadığı, bunun uygun bir sosyal yapılanma çerçevesinde toplumun bütün fertleri, özellikle de hâkim güçleri tarafından özümsenmiş, âdeta bir yaşam biçimi haline getirilmiş olmasının hayatî bir önem taşıdığı da açıktır. Diğer birçok insanî ve hukukî değer gibi insan hakları da ancak insan unsurunun yetkinliğiyle sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlüğünün ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hakkın üstünlüğüne devamlı vurgu yapılıp keyfîliğin, kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuvvetiyle elde etmesi demek olan ihkāk-ı hakkın, nasların çizdiği sınırların çiğnenmesinin yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi, bu sağlam zemini kurmaya yönelik tedbirler olarak ayrı bir anlam taşır.

Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine’deki değişik inanç mensuplarıyla ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi, hayatı boyunca etrafındaki insanlara davranışları, çeşitli din mensuplarıyla ve kölelerle ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri, insan hakları açısından büyük öneme sahip belge ve uygulama örnekleridir. Resûl-i Ekrem’in uygulamalarının teorik çerçevesi mahiyetinde olan Vedâ hutbesi de insan hakları açısından önemli bir belgedir. Vedâ hutbesi kişi, aile, toplum (müminler toplumu) ve bütün insanlığı iç içe geçmiş daireler biçiminde kuşatır. Hz. Peygamber, insanlara Allah’a karşı gelmekten sakınmayı tavsiye ve O’na itaati teşvik ederek sözlerine başlar. Esasen İslâm inancına göre insanın Allah’ı tanıması ve O’na itaat etmesi yaratılışının amacı, kendine karşı da temel hak ve sorumluluğudur. Hutbede daha sonra aile içi haklara geçilir ve aile fertlerinin birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları hatırlatılıp kadınların haklarının korunması konusunda erkekler ayrıca uyarılır; kadınların Allah’ın emaneti olduğu ve onlar hakkında Allah’tan korkulması, onlara iyi davranılması gerektiği vurgulanır. Vedâ hutbesinde can, mal ve namus dokunulmazlığı, cezaların şahsîliği prensibi, hakların ihlâli ve zulüm yasağı gibi hususlar üzerinde ayrıca durulduktan sonra müminlerin kardeş oldukları ifade edilmiş ve, “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır” sözüyle insanlar arasındaki temel eşitliğe dikkat çekilmiş, ardından da hiçbir ırkın diğerine üstünlüğü bulunmadığı belirtilerek bu evrensel prensip teyit edilmiştir.

İslâm dünyasında tarih boyunca Kur’an ve Sünnet ışığında oluşan dinî, hukukî ve felsefî birikimde işlev ve amaç itibariyle insan haklarına hizmet eden çeşitli kurum ve kavramın bulunduğu görülür. Bir kısmı oldukça teorik bulunsa da bunlar İslâm toplumlarında hakları koruma, hak ihlâllerini önleme ve bu yönde kamuoyu oluşturma açısından önemli rol oynamış, dinin genel telkinlerinin de desteğiyle İslâm toplumları insan hakları tarihi açısından başarılı bir sınav geçirmiştir. İslâm bilginleri ve düşünürleri dinin amacının “zarûrât-ı hamse” denilen canın, aklın, namus ve haysiyetin, dinin ve malın korunması şeklinde beş temel ilkeyi yerleştirmek olduğunu ifade etmişlerdir. İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi ve beşerî sorumluluğunu yerine getirebilmesi için korunması gereken ve bugün insan hakları çerçevesinde düşünülen hemen bütün temel hak ve özgürlükleri kapsayan bu beş ilke, bir yönüyle Allah’ın peygamber göndermedeki maksatlarını teşkil ederken bir yönden de müslüman olup olmadığına bakmaksızın evrensel olarak bütün insanların temel hak ve yararlarını belirlemeye yöneliktir (bk. MAKĀSIDÜ’ş-ŞERÎA). Hakların Allah hakkı-kul hakkı şeklindeki klasik ayırımında birinci grup genelde toplum ve kamu düzenini, ikinci grup ise ferdî hakları korumayı amaçlar. İslâm hukukunda naslardaki emir ve tavsiyeler doğrultusunda ayrıca, “Kanlarda (hayat) asıl olan dokunulmaz oluştur”, “İnsanda asıl olan hürriyettir” şeklinde genel kurallar vazedilmiş, insanın sahip olduğu can ve mal dokunulmazlığının dayanağının insan olma vasfı olduğu, ırk, cins ve inanç farklılığının buna engel teşkil etmeyeceği belirtilmiştir. Buna ceza hukuku alanında suç ve cezada kanunîlik ilkesinin konması, kesinleşmiş bir suç olmadıkça kimsenin suçlu işlemi görmemesi, sanık haklarının korunması, işkence yasağı, cezalandırmada denklik gibi ilkeler, hayvanların haklarını korumaya mâtuf tedbir ve uygulamalar, sosyal amaçlı vakıflar, zekât, nafaka ve yardımlaşma anlayışı, sosyal dayanışmayı ve bütünlüğü amaçlayan ahlâkî değerler de eklenmelidir.

Dinî, hukukî ve ahlâkî temele dayanan bu teorik çerçeveye rağmen beşerî zaaflar, sosyal ve siyasî birtakım şartlar sebebiyle otorite ve nüfuz sahiplerinin zaman zaman hukuk ihlâlleri yaptıkları, her dönemde arzulanan seviyede olumlu bir uygulama çizgisinin gerçekleşmediği ifade edilebilirse de Kur’an ve Sünnet terbiyesi almış müslüman toplumlarda hukukun hâkim olduğu, insanların temel hak ve hürriyetlerinin korunması konusunda önemli bir problemin yaşanmadığı, bugün için bile gıpta ile söz edilen bir adalet ve hoşgörü ortamının bulunduğu, ihlâl ve haksızlıkların da oldukça mevziî kaldığı söylenebilir.

Aynı dönemlerde Batı böyle bir dinî, hukukî ve ahlâkî öğreti temeline sahip bulunmadığı, güçlünün hâkim olduğu ve diğerlerinin hakkını belirlediği bir toplumsal yapı içinde köleler ve kadınlar akıl almaz bir aşağılanmaya muhatap olduğu için insan hakları alanında mücadelenin ilk olarak Batı toplumlarında başlaması da tabiidir. İnsan hakları söylemi Batı’da da başlangıçta dinî öğretiden destek almaya çalışmış, devlet ve kilisenin baskısına karşı direnen özgürlükçü dindar hıristiyan düşünürlerin bu konuda önemli çabası olmuşsa da geleneksel dinî öğretinin ve kilisenin buna yeterince imkân verdiği söylenemez. Bu durum insan hakları kavramının niçin Batı kökenli sayıldığını da açıklar. Aslında insan haklarının Batı’daki kötü geçmişi ve bugün için toplumda ferdî hak ve özgürlükler adına birçok aşırılık ve aykırılıkların önlenemez bir hal almış olması da bir etkitepki veya  toplumsal med cezir hali görünümündedir. Böyle olunca İslâm toplumlarında son yüzyıla gelinceye kadar insan haklarına ilişkin bildirgelere ve kayda değer toplumsal hareketlere rastlanmamasının, İslâm dünyasında insan haklarının ihlâl ve ihmal edildiği şeklinde değil bugünkü mânada olmasa bile genel anlamda insan haklarının gözetildiği, Batı’da görüldüğü şekliyle sınıf ayrışmalarının, gerilim ve çatışmaların yaşanmadığı şeklinde yorumlanması daha isabetli olur.

İslâm toplumlarında insan haklarının ayrı bir söylem halinde ortaya çıkması son bir-iki yüzyılı aşmayan modern döneme rastlar. Bu konuda üç önemli unsur rol oynamıştır: Modern ulus devletin ortaya çıkışı, kanunlaştırma çabaları ve Batı insan hakları söyleminin cihanşümul bir mahiyet ve önem kazanması. Modern devlet yapısal olarak otoriteyi tekelinde topladığı için güçsüz duruma düşen ferdin haklarının garanti altına alınması ihtiyacı doğmuş ve insan hakları bu süreçte daha da önem kazanmıştır. Bu durum Batı’da ve İslâm dünyasında benzerlik arzeder. Aynı şekilde günümüz İslâm dünyasında uluslararası platformlara da taşınan insan hakları ihlâllerinin modern ulus devlet yapısının dinle ilişkisinden ya da ilişkisizliğinden ziyade yapısal olarak güç ilişkilerinin dengesizliğinden kaynaklandığı söylenebilir. Burada ayrıca İslâm toplumlarında devletle fert arası güç dengesinin sağlanmasında önemli rol oynayan sivil inisiyatifin, vatandaşlık bilincini canlı tutan sivil toplum gruplarının bulunmayışı, hukukun üstünlüğü, demokrasi, bağımsız yargı gibi insan hakları doktrinini besleyen ana konularda yeterince mesafe alınmamış olması gibi etkenlerden de söz edilebilir.

Osmanlı toplumunda XIX. yüzyılda ortaya çıkan kanunlaştırma çabaları, gerek doktrin gerekse uluslararası ilişkiler açısından Batı’yla yakın temasın da ürünü olarak ister istemez insan hakları meselesini gündeme getirmiştir. Osmanlılar’da Tanzimat ve Islahat fermanları ve anayasa hareketleriyle birlikte daha önce fıkıh kültür ve literatüründe dağınık halde bulunan haklar, Batı kaynaklı kanun ve bildirgelere uygun tarzda kanunlaştırılarak ilân edilmeye başlanmıştır. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat fermanları ve 1876 tarihli Kānûn-ı Esâsî burada hatırlanabilir.

XX. yüzyılda Batı’da insan hakları doktrininin giderek önem kazanması ve uluslararası bir kabul görmesi müslüman devletleri ve düşünürleri konu üzerinde düşünmeye sevketmiş, önceden dinî öğreti ve literatür içerisinde dağınık bir şekilde ele alınan hususlar müstakil bir söylem halinde incelenmeye başlanmıştır. Özellikle 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesi’nin ilânıyla meselenin uluslararası bir boyut kazanması bu çabaları hızlandırmıştır. Söz konusu Birleşmiş Milletler beyannâmesinin hazırlanmasıyla görevli komitede hiçbir müslüman üyenin bulunmaması, İslâm blokunu temsil için görevlendirilen hıristiyan üye Charles Mâlik’in İslâmî katkıyı sınırlı seviyede bile olsa yansıtacak görüşlerinin dikkate alınmaması, veto hakkı sahibi üyelerin çıkarları göz önüne alındığı halde dünya nüfusunun beşte birini temsil eden İslâm devletlerinin veto hakkının bulunmaması ve tezlerini yeteri kadar savunamamaları, Birleşmiş Milletler beyannâmesinin müslüman kesimde tam olarak sahiplenilmesini önlemiş, İslâm dünyasında Birleşmiş Milletler beyannâmesine karşı bazı tepkiler dile getirilmiş ve bir kısım İslâm devletleri belgeyi imzalamayı reddetmiştir. İnsan hakları doktrininin Avrupa merkezci düşünen bazı Batılı aydınlar tarafından modern Batı’ya has bir gelişme gibi takdim edilmesi ya da uluslararası bir denetim aracı olarak kullanılmasının da etkisiyle İslâm ülkelerince millî hâkimiyete müdahale niteliği taşıyan bir baskı şeklinde algılanması resmî ve sivil düzlemdeki tepkileri beslemiş, müslüman aydınlar, insan haklarının İslâm’da asırlardan beri zaten var olduğunu göstermek gayreti içine girmişler, İslâm devletleri tarafından örgütlenen uluslararası kurum ve kuruluşlar da alternatif insan hakları beyannâmesi hazırlamaya çalışmışlardır. Bu gelişmelerin ürünü olarak daha önce bir anayasa örneği hazırlamak suretiyle insan hakları konusuna katkıda bulunmak isteyen Dünya İslâm Konseyi tarafından 1981 tarihinde hazırlanan yirmi üç maddelik Evrensel İslâm İnsan Hakları Bildirisi bir UNESCO celsesinde ilân edildi. 1979’da insan haklarını gündemine alarak bu konuda çalışma başlatan İslâm Konferansı Teşkilâtı da 1980 yılında yirmi beş maddelik İslâm’da İnsan Hakları Projesi’ni ortaya koydu. Bu çalışma, İslâm’da insan haklarının kanunlaştırılması alanında modern anlamda yapılan ilk çalışma olarak görülmektedir (Muhammed ez-Zühaylî, s. 114). Bu rapor üzerinde sürdürülen çalışmalar 1990 yılında tamamlandı ve aynı yıl XIX. İslâm Konferansı’na katılan dışişleri bakanlarının imzasıyla İslâm Konferansı Teşkilâtı tarafından bir beyannâme halinde yayımlandı. Dünya Müslüman Gençlik Teşkilâtı da (World Assembly of Muslim Yonth) 1972 yılında Riyad’da kurulmuş olup gündeminde insan haklarına önemle yer veren ve bu konuda yayın yapan uluslararası bir gençlik kuruluşudur.

Günümüz İslâm ülkelerinde insan haklarını savunan düşünürlerin, fikir hareketleri ve örgütlerin sayısının hayli arttığı, bu konuda azımsanmayacak sayı ve ciddiyette neşriyatın yapıldığı görülmektedir (bu konudaki literatür örneği için bk. bibl.). Bunda insan hakları söylemine karşı başlangıçta duyulan güvensizliğin, mütereddit ve çekimser tavrın giderek azalmış olması etkili olduğu gibi bu ülkelerdeki antidemokratik yönetim tarzlarının ve uygulamaların, devlet-fert ilişkilerindeki dengesizliğin ve gerilimlerin de önemli ölçüde payı vardır. İnsan hakları doktrini ve uluslararası platform bu süreçte, özellikle hakları ihlâl edilen ya da kendini böyle gören kesimlerce bir uzlaşma alanı ve çıkış yolu olarak algılanmaya başlanmış, bunun için demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kavramlar ön plana çıkmıştır. İnsan haklarını savunan örgüt ve fikir hareketlerinin tâbi olduğu serbestlik ve kısıtlama da ülkelerin bu konudaki duyarlılıkları ve siyasal rejimleriyle tam bir paralellik taşımaktadır (Stark, sy. 2 [1999], s. 8).

BİBLİYOGRAFYA:

Hüseyin Kâzım Kadri, İnsan Hakları Beyannamesi’nin İslâm Hukukuna Göre İzahı (nşr. Osman Ergin), İstanbul 1949, s. 43-87; Ali Abdülvâhid el-Vâfî, Ĥuķūķu’l-insân fi’l-İslâm, Kahire 1398/1979; Muhammed Amâre, el-İslâm ve ĥuķūķu’l-insân, Küveyt 1405 /1985; Muhammed el-Hüseynî Musaylihî, Ĥuķūķu’l-insân beyne’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye ve’l-ķānûni’d-devlî, Kahire 1988; Abdullahi Ahmad an-Na‘im, Toward an Islamic Reformation: Civil Liberties, Human Rights and International Law, Syracuse 1990, s. 161-181; Human Rights in Africa: Cross-Cultural Perspectives (ed. Abdullahi Ahmad an-Na‘im – Francis M. Deng), Washington 1990; Shaikh Shaukat Hussain, Human Rights in Islam, New Delhi 1990; Abdülvâhid Muhammed el-Fâr, Ķānûnü ĥuķūķı’l-insân fi’l-fikri’l-vażǾî ve’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1991; Ahmed Cemâl Abdülâl, Ĥuķūķu’l-insân fi’l-İslâm, Kahire 1991; A. E. Mayer, Islam and Human Rights: Tradition and Politics, London 1991; a.mlf., “Universal Versus Islamic Human Rights: A Class of Cultures or a Clash with a Construct?”, Michigan Journal of International Law, XV/2, Winter 1994, s. 304-404; Şerafettin Atasoy, Tevrat, İncil ve Kur’an’a Göre İnsan Hakları (yüksek lisans tezi, 1992), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 93-116; İbrâhim Medkûr – Adnân el-Hatîb, Ĥuķūķu’l-insân fi’l-İslâm, Dımaşk 1412/1992; E. W. Said, “Nationalism, Human Rights and Interpretation”, Freedom and Interpretation, Oxford 1993, s. 175-206; A. R. Shad, The Rights of Allah and Human Rights, Delhi 1993; Abdullah el-Hâmid, Ĥuķūķu’l-insân beyne Ǿadli’l-İslâm ve cevri’l-ĥükkâm, London 1416/1995; Human Rights and Religious Values: An Uneasy Relationship? (ed. Abdullahi Ahmad an-Na’im v.dğr.), Michigan 1995; J. Donelly, Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları (trc. Mustafa Erdoğan – Levent Korkut), Ankara 1995, s. 50-51, 57-73; Hayrettin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları: Din, Vicdan ve Düşünce Hürriyeti, İstanbul 1996; Johan Galtung, Bir Başka Açıdan İnsan Hakları (trc. Müge Sözen), İstanbul 1996, s. 11-37; Mustafa Yıldız, Kur’an’da İnsan Hakları (yüksek lisans tezi, 1996), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Raşid el-Gannuşi, İslam Toplumunda Vatandaşlık Hakları (trc. Abdülmecid Can), İstanbul 1996, tür.yer.; İbrâhim Abdullah el-Merzûkī, Ĥuķūķu’l-insân fi’l-İslâm (trc. Muhammed Hüseyin Mürsî), Ebûzabî 1997; Muhammed ez-Zühaylî, Ĥuķūķu’l-insân fi’l-İslâm, Dımaşk 1418/1997; Mustafa Yayla, İslâm Hukukunda İnsan Hakları ve Eşitlik (doktora tezi, 1997), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; Ahmet Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1998, s. 29-32, 52-60, 63-69; N. Lerner, Religion, Bliefs and International Human Rights, New York 2000, s. 47-48, 140; Rıdvan Seyyid, “Mesǿeletü ĥuķūķı’l-insân fi’l-fikri’l-İslâmiyyi’l-muǾâśır”, el-Ebĥâŝ, XLVI, Beyrut 1998, s. 5-35; Charles Malik, “Essays on Human Rights”, a.e., s. 55-161; Joe Stark, “Human Rights Watch and the Muslim World”, International Institute for the study of Islam in the Modern World, sy. 2, Leiden 1999, s. 8.

Recep Şentürk

Kaynak: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220327&idno2=c220202#1

Polonya, İstanbul Sözleşmesine karşı diplomatik atak başlattı

  • Tarık Demirkan
  • Budapeşte / BBC

13 Ekim 2020

eylem
Feministlerin kutsallık izafe ettiği İstanbul Sözleşmesi Polonya’nın haricinde Bulgaristan, Macaristan, Slovakya, Romanya ve Letonya’da tartışmaya açılarak yanlış hükümleri gündeme getirilmişti.

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen sözleşme, 46 ülke tarafından imzalanmasına, ardından da 34 ülke parlamentosu tarafından onaylanmış olmasına rağmen Polonya, Macaristan, Bulgaristan gibi pek çok ülkede tartışılmaya devam ediyor.

Kadına şiddeti önleme amacıyla 11 Mayıs 2011 tarihinde Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan İstanbul Sözleşmesi’ne ABD, Rusya, Kanada, Vatikan, Japonya, Azerbaycan, ve Meksika imza atmadı. 28 ülkenin ise çekince koyarak imzaladığı biliniyor. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayarak iç hukukuna yansıtmayan ülke sayısı ise (12) onikidir. İstanbul Sözleşmesi Bulgaristan, Macaristan, Slovakya, Romanya ve Letonya’da tartışmaya açılarak yanlış hükümleri gündeme getirildi.

Geleneksel aile kavramına son vermek, eşcinsel ilişkileri ve evlilikleri cesaretlendirmekle suçlanan sözleşmenin metninde değişiklikler talep eden ülkelerin sayısı da artıyor.

Bu konudaki son gelişme, son olarak Polonya’da gündeme geldi.

Basına yansıyan hükümet kaynaklı haberlere göre, Polonya, İstanbul Sözleşmesi’nin revizyonu için öncelikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri nezdinde diplomatik bir atak başlattı.

Polonya Dışişleri Bakan Yardımcısı Pawel Jablonski, konunun basına yansıması üzerine Polonya diplomasisinin “aile haklarının korunması” amacıyla uluslararası bir çalışma başlattığını Twitter mesajıyla doğruladı.

Polonya Dışişleri Bakanlığı, hangi ülkelerle görüşmeler yapıldığı konusunda ayrıntılı bilgi vermese de, olayı soruşturan basın, Çekya, Slovakya, Hırvatistan ve Slovenya ile konunun görüşüldüğünü bildiriyor.

Macar yetkililer, Polonya’dan kendilerine ortak hareket etme teklifi gelip gelmediği üzerine bir açıklama yapmadılar.

Sözleşmeye neden karşı çıkılıyor?

Polonya’daki radikal muhafazakâr gruplar bir süredir hükümet üzerinde, 2015 yılında kabul edilen İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi için baskı uyguluyorlar.

Muhafazakâr gruplar, İstanbul Sözleşmesi’ne, geleneksel aile kavramına zarar verdiği kaygısı ile karşı çıkıyor. Sözleşmedeki kadın erkek eşitliği vurgusunu ve kadın haklarının korunmasına yönelik önlemleri bu kaygıya gerekçe gösteriyorlar.

Muhafazakârlar, eşitlik vurgusuna ve kadını korumaya yönelik önlemlere temelde karşı olmadıklarını vurgulasalar da, sözleşmenin klasik aile kavramını geri plana itip, eşcinsel birliktelikleri desteklediğini öne sürüyorlar.

Sözleşmeye karşı çıkan muhafazakârlara göre kadınlara karşı gündeme gelen şiddetin nedeni, kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal eşitsizlik değil, alkolizm, porno, ailelerin dağılması, boşanmaların artması ve bunlarla beraber gündeme gelen sosyal sorunlar.

Muhafazakârlar, İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar ele alınmasını istiyorlar.

Sözleşme metnine, geleneksel aile kavramının, yani “bir erkek, kadın ve çocuklardan” oluşacak aile yapısının korunmasını destekleyecek vurgular eklenmesini istiyorlar.

Yine bu talepler arasında çocukların korunması, kürtajın engellenmesi gibi madde önerileri de var.

Önerilen en önemli maddelerden biri; sözleşmenin eşcinsel birliktelikleri bir aile olarak değerlendirmemesi isteğini içeriyor. Eşcinsel birliktelikle kurulan ilişkilerin, aile haklarından, çocuk yetiştirmekten ve mirastan mahrum bırakılması talep ediliyor.

eylem

İstanbul Sözleşmesi AB içinde yeni bir fay hattı mı oluşturacak?

Sözleşmeye karşı en sert tepki şimdiye kadar Polonya’dan gelmiş olsa da, daha önce Türkiye, Bulgaristan, Hırvatistan ve Macaristan’dan da hükümetler düzeyinde sözleşmeye karşı eleştirel açıklamalar yapılmıştı.

İngiltere gibi Avrupa Konseyi üyesi 11 ülke, sözleşmeye imza atmış ancak henüz onaylamamıştır.

İngiltere dışında, bu ülkelerin tamamı Orta ve Doğu Avrupa’da yer alıyor. Bu durumun, Polonya’nın girişiminin yankı bulabilme ihtimalini güçlendirdiği değerlendiriliyor.

Polonya, bu diplomasi atağıyla, Avrupa Konseyi içinde muhafazakâr kesime öncülük etmek, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olan kesimlerin desteğini arkasına almak ve Avrupa Birliği içinde sözleşmenin nihai olarak onaylanmasını önlemek istiyor.

Bazı analistler, Avrupa Birliği içinde devam eden, hukuk devleti, mülteci ve azınlık hakları konularına şimdi de İstanbul Sözleşmesi’nin eklendiğini ve bu konunun Avrupa Birliği için önemli fay hatlarından birini oluşturacağını değerlendiriyor.

Kayak: BBC

İlgili haber:

Kadına şiddeti önleme kılıfıyla 11 Mayıs 2011 tarihinde Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan İstanbul Sözleşmesi’ne ABD, Rusya, Kanada, Vatikan, Japonya, Azerbaycan, ve Meksika imza atmadı. 28 ülkenin çekince koyarak imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayarak iç hukukuna yansıtmayan ülke sayısı ise (12) onikidir. Feministlerin kutsallık izafe ettiği İstanbul Sözleşmesi Bulgaristan, Macaristan, Slovakya, Romanya ve Letonya’da tartışmaya açılarak yanlış hükümleri gündeme getirildi.

https://m.yeniakit.com.tr/amp/haber/1415649/istanbul-sozlesmesine-karsi-guc-birligi-cagrisi