İNSAN HAKLARI KAVRAMI

İnsan Hakları kavramı, geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vuran en önemli kavramlardan biridir. Kaynağını ister eski Yunan düşüncesinde, ister tabii hukukta ister insan onurunda ya da farklı bakış açıları doğrultusunda farklı yerlerde arayalım, bu kavram dinamik ve hayli uzun bir süreç sonucunda siyasi düşüncenin en önemli yapı taşlarından biri haline gelmiştir.

Kimilerince “İnsan Hakları Çağı” olarak adlandırılan 20. Yüzyıl, önceki dönemlerden devraldığı mirasın, hayli süratli ve yoğun bir şekilde yaşanan gelişmelere sahne olmuştur. Bunun sonucunda, ulusal, bölgesel ve evrensel boyutlarda, bireyler, topluluklar, resmi ve sivil örgütler ve devletler arasındaki ilişkilerin merkezine konumlanmasına tanıklık etmiştir. İdeolojilerin ve siyasi rejimlerin meşruiyet kriteri haline gelen insan hakları, uluslararası ilişkilerin yapısal bir dönüşüme uğramasında itici bir rol oynamış ve bu yönüyle gerek realist ve gerek idealist teorisyen ve siyaset bilimcilerin analizlerinde yoğunlaştıkları konular arasında ayrıcalıklı bir konuma yükselmiştir.

Kavramın kendisi üzerindeki uzlaşımı ifade etmesi bakımından Weissbrodt’un yorumu anlamlıdır.[1] Weissbrodt, evrensel olarak kabul görmüş hiç bir din, ideoloji ya da felsefi görüş olmamasına rağmen, insan hakları kavramının her din, felsefi düşünce veya ideolojiye mensup insanların kabul ettiğini ve dünyanın ilk evrensel ideolojisi olma özelliğini kazandığını ifade eder. Ancak bu uzlaşı, kavramın “iyi ve önemli bir şey oluşu” ile sınırlı kalmış, içerik konusunda benzer bir mutabakat sağlanamamıştır. Kavramın, oluşum ya da keşif sürecine paralel olarak;  liberal perspektif “insan haklarının birinci kuşağı” olarak adlandırılan sivil ve siyasi haklara vurgu yaparken, sosyalist-kollektivist perspektif ekonomik ve sosyal hakları yani “ikinci kuşak haklar”ı öncelemiş, nihayet rölativist, üçüncü dünyacı, kalkınmacı, sosyalist ve kollektivist aydınlar ve devlet adamları “insan haklarının üçüncü kuşağı”nı yani dayanışma haklarını formüle etmişlerdir.

Bununla birlikte, J.S.Mill’in abidevi eseri Özgürlük Üstüne’de[2] vurguladığı “alışılmış olmayanı baskı altında tutmaya çalışırken sayıların ağırlığını kullanmaya çalışan toplumsal baskı” karşısında anayasacılık hareketleri ile güçlenen normatif hukuki düzenlemelerle ulusal düzeyde korunan insan hakları, uluslararası düzeyde de koruma altına alınmaya çalışılmıştır. Viyana Kongresi’nde (1815) köleliğin ve köle ticaretinin yasaklanmasına yönelik çalışmalarla başlayan uluslararasılaşma süreci hukuki bağlayıcılık ve yaptırım gücünden yoksundu. Ancak buna rağmen insan hakları moral niteliği ile büyük önem arzeden 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile evrensel bir boyut kazanmış, daha sonraki dönemlerde koruma alanı ile koruma düzeyi arasındaki ters orantıya rağmen yeni sözleşmeler ve yeni koruma mekanizmaları ile insanlara daha yaşanılır bir dünya sağlama yolunda önemli katkılar sağlamıştır. 

Yaşanan tüm bu gelişmeler, doğal olarak her aşaması ile coğrafyamızı etkilemiş, idari ve siyasi hayatımızın şekillenmesine katkıda bulunmuştur. İnsan hakları konusu, Türkiye’de özellikle son yirmi yılda gündemin en önemli maddelerinden biri haline gelmiştir. Batı ile entegrasyon ve AB’ne üyelik sürecindeki Türkiye Cumhuriyeti insan hakları konusunda, çeşitli yasal ve idari düzenlemelerle ileri adımlar atmıştır.

Onurlu bireyler, huzurlu bir toplum ve güçlü bir devletin varlığı için, insan haklarına saygılı ve ondan öte insan haklarına dayalı bir anayasal sisteme sahip olma gerekliliği, her şeyden önce ele alınması gereken bir konudur. Bu yöndeki talepler ahlaki olmakla birlikte, insan olmanın da doğal sonucudur.

200 yılı aşkın bir süredir pek çok alanda kaydettiği ilerlemelerini örnek almaya çalıştığımız çağdaş batı uygarlığını oluşturan temellerden biri de insan hakları kavramıdır. Türkiye’de insan haklarının, Tanzimat Fermanıyla başlayan Türk Anayasalaşma sürecine paralel bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Fermanlarla başlayan bu süreçte, 1961 Anayasası ile ilk yapısal dönüşüm başlamış ve AB’ye üyelik süreciyle birlikte hızlı bir ivme kazanmıştır.

Çağımız bir açıdan insan hakları çağı olarak kabul edilmektedir. Nitekim temel hak ve özgürlüklerin belirgin bir şekilde ortaya çıkması, geride bıraktığımız 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Anayasalı devletlerle doğrudan ilgilidir. Ancak insan hakları kavramının uluslararası platformda çifte standarttan uzak, ideal anlamda uygulandığını söyleyebilmek çok zordur. 20. Yüzyıl büyük insan hakları ihlallerine sahne olmakla birlikte yine de, insan hak ve özgürlüklerinin gelişimi ile bu özgürlüklerin anayasalarda güvence altına alınması bağlamında altın bir çağ olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde uygar ülkelerin kabul ettiği demokrasi kavramı, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerleri içermektedir. Bu değerlerin başında insan haklarına saygı gelir. Şüphesiz insan hakları, çağımızın vazgeçilmez değerleri arasındadır. Bu değerlerin yaşama geçirilebilmesi ve korunabilmesi için devletlere önemli görevler düşmektedir. İnsan haklarının korunabilmesi ancak devletlerin anayasalarında gerekli düzenlemeleri yapmalarıyla gerçekleşebilir. 

Bir toplumda en güçlü oluşum ve aynı zamanda insan hakları ihlallerine sebebiyet verme olasılığı en yüksek unsur, kamu yetkilileri, memur ve görevlileriyle birlikte devletin kendisidir. Herhangi bir demokratik toplumda birey hak ve özgürlüklerini korunması için anayasa ve yasaların bulunması gerekmektedir. Bireylerin devlete karşı korunmasını sağlayacak bir anayasal sistem olmalıdır. Çünkü herhangi bir hak ihlali karşısında hak arama yolları sağlayan yasalar kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Evrensel insan hakları değerleri, birer mihenk taşı gibidir. Bir devletin insan haklarına verdiği değeri görebilmek için öncelikle o devletin anayasasına, daha sonra da anayasasına paralel hazırlanan kanunlarına bakmak gerekmektedir.  İnsan haklarının anayasa ve kanunlarda yer alması yeterli olmayabilir; ayrıca bunların uygulanmasına olanak veren, tüzük, yönetmelik gibi idari düzenlemelerine de bakılmalıdır. Bunlara ilaveten bireylerin hakları konusunda yasal düzenlemeleri uygulayacak olan kamu görevlilerinin ve mahkemelerde kanunları yorumlayacak adli görevlilerin evrensel insan hakları düşüncesine sahip olmaları da önemlidir.

Çağdaş ülkelerde devlet-vatandaş ilişkilerini belirleyen anayasal kurallar tespit edilirken, bireyi devlete karşı koruma amacı güdüldüğü görülmektedir ki, bu durum, anayasal gelişmelerle insan hakları arasında çok sıkı bir bağ olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden “insan haklarına saygı” ifadesi gerçekte bireyin devlet karşısında ezilmesini önleyecek şekilde anayasada temel hak ve özgürlüklerin açık seçik ifadesini bulmasıyla hayatiyet kazanır. Genel olarak bakıldığında ülkeler, insan haklarına saygıyı, insan haklarının korunmasını ve geliştirilmesini ne ölçüde yerine getiriyorsa, o ölçüde uygar dünya ile bütünleşebildikleri görülmektedir. Bu çerçevede, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun tüm insanların, doğuştan, hatta doğmadan önce, kadın-erkek herhangi bir ayırım yapılmaksızın, eşit ve özgür bireyler olarak dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, bölünmez evrensel nitelikte haklara sahip olmaları gerektiği kabul edilmektedir.

29.05.2009

Mehmet Altuntaş

[1] David Weissbrodt, “Human Rights: An Historical Perspective”, Human Rights içinde, Derleyen: Peter Davies, London: Routledge, 1988, s.1.

[2]J.Stuart Mill, Özgürlük Üstüne. (Çev.Osman Nuri Dostel), MEB Yayınları, Ankara,1967, s.2.