Şikayet Dilekçesi


……………………. CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

MÜŞTEKİ : ………………………… (TC:……………)
ADRES : ……………………………………….

ŞÜPHELİ : Gülşen BAYRAKTAR ÇOLAKOĞLU
ADRES : MERNİS adresi

SUÇ : Alenen hakaret (TCK 125/4) ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama (TCK 216)

SUÇ TARİHİ : NİSAN 2022

AÇIKLAMALAR:

1- Şüpheli 4 ay kadar önceki bir konserinde, bir kişi üzerinden imam hatip liselerini ve bu liselerde okumuş ve okuyanları hedef alan bir şekilde alenen hakarette bulunmuştur. “onedio.com” isimli internet sitesi haberine göre söz konusu hakareti barındıran sözleri şu şekildedir: “İmam hatipte okumuş daha önce kendisi, sapıklığı oradan geliyor.” İlgili şahsın sarf etmiş olduğu bu sözler halkı imam hatip liselerine karşı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama mahiyetindedir.

2- İmam hatip lisesi mezunu olarak bana karşı da işlenmiş olan bu fiil TCK madde 125/4 kapsamında alenen hakaret suçunu meydana getirmektedir. Ayrıca TCK madde 216’da düzenlenen halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçunu da oluşturmaktadır. Zira TCK madde 216’da bu durum açıkça düzenlenmektedir.
“MADDE 216 – (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (ASLİYE CEZA MAHK.)
(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (ASLİYE CEZA MAHK.) “
Aynı kanunun 125. maddesinde hakaret suçu, 125/4 maddesinde ise alenen işlenmesi hali düzenlenmiştir.
“MADDE 125 – (1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden (MÜLGA İBARE RGT: 08.07.2005 RG NO: 25869 KANUN NO: 5377/15) veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir. (ASLİYE CEZA MAHK.)
(4) Hakaretin alenen işlenmesi halinde ceza altıda biri oranında artırılır.”

3- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m.10 gereğince “(1)Herkes görüşlerini açıklama ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir. (2) Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler,demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suçişlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı şekil şartlarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.” Şüphelinin sarf ettiği ifadelerin, toplumdaki dini değerlerdeki hassasiyetler nazara alındığında sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen ve Anayasamızda da yer bulan ifade özgürlüğünün sınırları içinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Mezkur ifadeler ağır hakaret teşkil etmekte olup dini değerleri de aşağılar niteliktedir. Şüphelinin beyanları ifade özgürlüğünün sınırlarını aşmıştır.

4- Tüm bu açıklamalar ve resen gözönüne alınacak sebeplerle başta şahsım olmak üzere imam hatip liselerine ve buralarda okuyan/okumuş olanlara karşı işlenen fiilden dolayı ve belirtilen ifade nedeniyle manevi olarak büyük üzüntü duyduğumdan şüpheli hakkında manevi tazminata ilişkin haklarımı saklı tutmakla birlikte, aynı zamanda suç teşkil eden eleminin TCK 125 ve 216 uyarınca cezalandırılması için gerekli soruşturmanın yürütülmesini ve kamu davası açılmasını isteme gereği hasıl olmuştur.

HUKUKİ NEDENLER: 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Ve İlgili Mevzuat

HUKUKİ DELİLLER: Sosyal medyaya yansıyan görüntüler, İHL mezunu olduğumu dair belge ve her türlü delil

SONUÇ VE TALEP: Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığım üzere şikayet dilekçemin KABULÜ ile TCK 125/4’deki alenen hakaret ve TCK madde 216’daki halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçunu işleyen şüpheli hakkında gerekli soruşturmanın yürütülerek kamu davası açılmasını talep ediyorum. … /08/2022



………………………….

Sivas sanığına Ödülü Verenler Kimler

Sayın Mehmet Ocaktan

Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliğine

Gazetenizin internet sitesi arşivinde bulunan ve linki aşağıda verilen haberi içeriği dolayısıyla özellikle de Alevi-Sünni gerilimi çıkartılmak istenen bu günlerde bu haberin Google da adımla birlikte çıkan bu haberde sanki Sivas sanığına ödülü ben vermişim gibi algılandığı için kişi hürriyeti ve güvenliğim ile can güvenliğimi tehdit altında hissetmekteyim. Bu haber internet arşivinde durduğu sürece haklarımı ihlal etmektedir.

Bu sebeple söz konusu linkin ve içeriğindeki benzer haberin 5651 sayılı kanunun 9. Maddesi gereği yayından kaldırılmasını talep ediyorum.

İşin gerçeği ise şudur: “2001 yılında Başbakanlık İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr.Ioanna KUÇURADİ, Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU başta olmak üzere üyeler tarafından yapılan değerlendirme üzerine söz konusu sanığa ödül verilmesine karar verilmiştir. Ben ve İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi üyesi de olan Beyaz Nokta Vakfı Müdürü Güler Yüksel dönemin İnsan Haklarından sorumlu Devlet Bakanı Ali DOĞAN’ın bilgisi dâhilinde Başbakanlık Müsteşarlığı tarafından görevlendirildik. Ödül verilen kişiyi de asla tanımıyorduk. Bu anlamda eğer suçlanacaksa gerçek sorumlular yukarıda bahsedilen komite üyeleri olmalıydılar. Ancak Komite de yarışmaya katılanların isimlerine bakmaksızın kişilerin eserlerini değerlendirmiş olmalılar.

Bilgi ve gereğini saygılarımla arzederim.

http://habervitrini.com/sivas-olaylari-hukumlusu-odul-aldi-ortalik-karisti/37779

https://www.mazlumder.org/tr/main/yayinlar/yurt-ici-raporlar/3/2002-insan-haklari-ihlalleri-degerlendirmesi/820

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/katliam-hukumlusunun-odulu-tehlikede-38421330

10 Aralık 2012 Konuşma Metni

Sayın Valim, Çok kıymetli konuklar ve basın mensupları katılımcılar..

Tüm insanların doğuştan onur ve haklar bakımından hür ve eşit olduğu hakikati üzerine bina edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 65 yıl önce bugün, 10 Aralık 1948 tarihinde, ilan edilmiştir. Ülkemiz tarafından ilanının hemen ardından 6 Nisan 1949’da onaylanan Beyanname’nin BM Genel Kurulunca kabul edildiği 10 Aralık tarihi, insan hakları bilincinin tüm dünyada yerleşmesi ve gelişmesi açısından Beyanname’nin taşıdığı anlam ve önemin dünya kamuoyunca paylaşılması amacıyla, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır.
 

Güç ve kudret sahibi diktatörlerin gemlenemez ihtirasları uğruna, sürgünler, soykırımlar ve kitlesel bombardımanlarla her dil ve dinden milyonlarca masum insanın hayatına acımasızca kıyılan 2. Dünya Savaşı gibi felaketlerin bir daha yaşanmaması için oluşan evrensel mutabakatın eseri olan Beyanname, taşıdığı ilke ve değerler ile insanlığın aydınlık yüzünü temsil etmektedir.

Yaşanan trajedilerin altında, kendinden saymadıklarına karşı kin ve düşmanlık aşılayan dogmalar ve ideolojilerin insana verilen değeri yok etmesinin yattığı gerçeği karşısında, Evrensel Beyanname ile “insanlık ailesinin tüm üyelerinin niteliğinde bulunan onurunu ve eşit ve ayrılmaz haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğu” ilan edilmiştir. Bunun anlamı, hangi dil, din, ırk, renk, cinsiyet, etnik köken veya siyasi düşünceden olursa olsun bütün insanların hürriyet ve haysiyetleri teminat altına alınmadan evrensel barışa ulaşılamayacağı ve dünyanın yaşanılacak bir yer haline gelemeyeceğidir. Bu anlayışın en önemli sonucu ise, insan hakları alanının devletlerin sorgulanamaz egemenlik yetkilerinin dışında kabul edilmesi ve dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın insan hakkı ihlâllerini önlemenin tüm ulusların ortak sorumluluğu haline gelmesi olmuştur.

Evrensel Beyannamenin ilanından sonraki yıllarda, insan hakları ihlallerinin önlenmesine yönelik evrensel ve bölgesel düzeyde birçok sözleşme kabul edilmiş, uluslararası mekanizmalar oluşturulmuş, bunun sonucunda insanlık suçu işleyenlerin yargılanabileceği uluslararası mahkemeler kurulması aşamasına kadar gelinebilmiştir.
 

Bununla birlikte, insan hakları alanında evrensel ve bölgesel düzeyde kabul edilen tüm standartlara ve uygulamadaki gelişmelere rağmen, insan haklarının en temel değerlerini hedef alan ırkçılık, ayrımcılık, nefret ve hoşgörüsüzlük günümüzde çok önemli birer sorun olmaya devam etmektedir. Bu sorunlar sadece bireylerle ilgili olarak yaşanmamakta çok daha genel ve büyük ölçekli olarak gruplar, toplumlar ve hatta medeniyetler arasında bile yaşanabilmektedir. Birçok kişi ve grubun “ötekileştirildiği” ve ağır insan hakları ihlallerinin meydana geldiği günümüzde, farklıların insan hakları, sevgi ve hoşgörü ekseninde bir zenginlik olarak görülmesi yerine bir tehlike, bir tehdit olarak çatışma unsuru olarak görülmesi günümüzün önemli söylem ve pratiği haline gelmiştir. Son yıllarda Almanya’da özellikle Türk dönercilere yapılan saldırılar ve bu yıl içinde Norveç’te yetmişi aşkın kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırı ırkçılık ve yabancı düşmanlığının Batının en gelişmiş toplumlarında bile ne kadar mevcut ve yakın bir tehlike olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm ülke ve toplumların karşı karşıya olduğu bu sorunlarla, ciddi, sistematik ve kapsamlı bir şekilde mücadele etmeleri bunlara yönelik strateji geliştirmeleri artık bir zorunluluk arz etmektedir.

Öte yandan, insan hakları, özellikle ekonomik ve sosyal hakların gerçekleşebilmesi açısından yoksulluğun ve açlığın pençesinde kıvranan milyonlarca hatta milyarlarca insan için yaldızlı sözlerden veya gerçekleşmesi arzu edilen iyi niyet ifadelerinden başka bir anlam taşımamaktadır. Dünyamızda halen 5 saniyede bir Afrika’da Bangladeş’te Miyanmar’da Suriye’de açlıktan ölen on binlerce masum bebek ve çocuğun varlığı insanlık vicdanına çarpan acı bir hakikatten başka bir şey değildir.

Hoşgörü, kardeşlik, sevgi ve dayanışma konusundaki tarihsel birikim ve deneyimlerinden ilham alan Türkiye, başta ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükle mücadele olmak üzere günümüzde evrensel düzeyde tanınan tüm insan haklarının evrensel bir gerçekliğe dönüştürülebilmesinde öncü ve etkin rol oynayabilecek önemli bir potansiyele, duygu ve düşünce iklimine sahiptir. İçerde ve dışarıda benimsenecek insan hakları söylem ve pratiğinin tüm dünyada insan onurunun ve nihai olarak barış ve adaletin tesis edilmesinde önemli katkı sağlayacağı muhakkaktır.

İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin her ülkenin kabul etmesi ve uygulaması gereken evrensel değerler olduğu gerçeği ülkemizde de tam anlamıyla özümsenmiştir. Son yıllarda insanımızın hak ettiği değere ulaşabilmesi, tüm hak ve hürriyetlerden tam manasıyla istifade edebilmesi için çok kapsamlı reformlar gerçekleştirilmiş ve bunların uygulamaya eksiksiz yansıtılabilmesi ve reformların kalıcılığının sağlanması için gerekli olan “zihniyet dönüşümünün” sağlanabilmesi için bir “insan hakları seferberliği” başlatılmıştır. Bu amaçla sadece mevzuat değişikliğiyle yetinilmemiş, söz konusu değişikliklerin gerçek hayatta tam anlamıyla uygulanabilmesi ve toplum tarafından benimsenebilmesi için yeni bir “kurumsal yapılanma” ve “eğitim ve bilinçlendirme” sürecine girilmiştir.

Son 10 yılda gerçekleştirilen ve “sessiz devrim” olarak nitelenebilecek bu reform sürecinde, ilk aşamada kısa bir zaman dilimi içinde bir dizi kayda değer hukuk reformu gerçekleştirilmiştir. Anayasa 2001 yılından bu yana en sonu 12 Eylül 2010 referandumuyla olmak üzere üç kez değiştirilmiş ve 2001 den buyana dokuz reform paketi kabul edilmiştir. Anayasanın 90. Maddesinde 2004 yılında yapılan değişikliğin ardından, temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası anlaşmalar, aynı konulardaki ulusal mevzuatla çeliştiğinde ona karşı üstünlük kazanmıştır.
 

Bu Anayasa değişiklikleri, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi açısından temel önem taşıyan başka yasal düzenlemelerle de pekiştirilmiştir. Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu (TCK), Ceza Muhakemeleri Kanunu ve Vakıflar Kanunu bu bağlamdaki önemli bazı yasal düzenlemeler arasındadır.

Vatandaşlarımızın insan hakları alanındaki istek ve beklentilerinin temel yönlendirici rol oynadığı bu reform süreci, başka hususların yanı sıra, ölüm cezası, işkenceye karşı mücadele, cezaevi sisteminde reform, ifade özgürlüğü, örgütlenme ve toplantı özgürlüğü, din özgürlüğü, yargının işleyişi, demokrasinin güçlendirilmesi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, rüşvet ve yolsuzluklara karşı önlemler alınması gibi alanlarda da önemli ilerlemeler sağlamıştır.

Son dönemde, özellikle 2009 yılından beri reform süreci yeni bir ivme kazanmıştır. Ülkemizin insan hakları ve demokratikleşme tarihi açısından bir milat kabul ettiğim 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu ve değişiklikleri, yargı reformu stratejisi, insan hakları alanında bağımsız kurumsallaşma din ve vicdan özgürlüğü, dinler ve kültürler arası diyalog, hoşgörü ve saygı ikliminin geliştirilmesi ve ayrımcılıkla mücadele konularına özel bir önem ve öncelik verilmiştir. Avrupa Konseyi İnsan Hakları sözleşmesinin ülkemizde doğrudan uygulanmasının bir denetim yolu olan Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolunun açılmış olması AB standartları ve Kopenhag kriterleri açısından da önemli bir değişimdir. Bundan böyle vatandaşlarımız Strazburg mahkemesine gitmeden önce hakkını Anayasa Mahkemesine başvurarak arayacaktır.

1959-2012 yılları arasında 1 Ocak 2013 itibariyle AİHM istatistiklerine göre Türkiye Başvuru sıralamasında 2. İken 30 Eylül tarihli verilere göre İtalya’dan sonra 3. Sıraya düştüğü görülmektedir. Bu olumlu bir gelişme olsa da gerçekte 2000 dosyanın mahkemece iade edilmesinden ve 1000 dosyanın sonuçlandırılmasından kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı ve 2012byılında hayata geçirilen Kamu Denetçiliği Kurumu ile birlikte Türkiye İnsan Hakları Kurumunun kurulmuş olması bu sayının en kısa zamanda daha da aşağılara çekilmesini sağlayacaktır. Nitekim 2002 yılında işkenceye sıfır tolerans politikasının kararlı biçimde uygulanması sonucu işkence ve kötü muamele iddiaları ciddi oranda azalmış neredeyse yok denecek düzeye inmiştir. Bu gün karakollarda açığa çıkan nadir vakalar da o karakollarda yer alan kameralar sayesinde ortaya çıkartılmıştır.

Şüphesiz, söz konusu bu gelişmeler insanımızın insan hak ve hürriyetlerinin gelişimi açısından çok önemli kazanımları ifade etmesine rağmen nihai hedef açısından yeterli görülmemektedir. Bu konuda temel hak ve hürriyetleri daha iyi koruyabilecek hak ve özgürlüklerin standartlarını mevcudun çok ötesine taşıyabilecek yeni bir Anayasa, içinde bulunduğumuz reform sürecini de taçlandıracaktır. TBMM de iyi niyetlerle oluşturulan Anayasa değişikliği uzlaşma komisyonu ülkemizin ihtiyaç olduğu yeni anayasa için büyük bir fırsattı. Ancak bir sonuç alınamamış olması benim umudumu kırmış değildir. Bu anayasaya değişikliğine hava gibi su gibi ihtiyacımız olduğunu biliyorum. Darbe döneminin ürünü olan vesayet sistemini maddelerinde barındıran bu anayasanın pek çok maddesi değişmiş olsa da ruhu halen durmaktadır. Her şeye rağmen evrensel insan hakları ve demokrasi ilkelerine uygun bir anayasa umudumu kaybetmiş değilim.

Türkiye, “insanı için” gerçekleştirdiği son dönemdeki sayısız reformlar ile birlikte hem devlet ile halkı arasındaki gönül köprüsünü güçlendirmiş, hem de hak arama bilincini tüm toplum bazında yaygınlaştırmıştır. “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” prensibi ile kökleşen yönetim geleneğimiz, çağın en yüksek hukuk standartları ile günümüz Türkiye’sinde yeniden hayat bulmaya başlamıştır.

Devletimiz, sadece vatandaşlarımızın değil tüm dünya insanlarının haklarıyla ilgilenmektedir. Nerede yaşanırsa yaşansın gerçekleşen insan hakları ihlalleri sadece o ülkenin sorunu değil tüm insanlığın ortak sorunudur. Bu nazariyeden hareketle, Devletimiz, başta yaşama hakkı olmak üzere bir devletin kendi vatandaşları da olsa yapmış olduğu ağır insan hakları ihlallerine kayıtsız kalmamakta, mağdur ve mazlumun bu konuda yükselen sesi ve uluslararası arenada insan haklarının ve adaletin savunucusu olmaktadır. Sadece ulusal alanda değil uluslararası arenada da insan hakları ve adalet izlemiş olduğu politikaların temel “eksenini” oluşturmaktadır. Dahası, insanlık trajedilerinin yaşandığı ve milyonlarca insanın en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı temel ekonomik ve sosyal haklardan mahrum olduğu açlık, deprem, sel gibi doğal afetlerde de ülkemiz geçmişte olduğu gibi günümüzde de muhtacın, afetzedenin yanında olmaya devam etmektedir. Örneğin, yakın geçmişte Haiti ve Pakistan afetzedelerine Devletimizin, sivil toplum kuruluşlarımızın ve vatandaşlarımızın büyük bir gayret ve çaba göstererek uzattığı şefkat ve yardım eli bu yıl içerisinde de yoksulluk ve açlığın pençesinde kıvranan Afrika’ya ve özellikle Somali’ye uzanmıştır.

Yoksulluğun ve azgelişmişliğin pençesinde en temel haklarından mahrum milyarlarca insanın haklarının gerçekleşmemesinde her gelişmiş devletin insan hakları açısından da sorumluluğu bulunduğunu açıkça vurgulamak gerekir.

Yüksek insanlık ideali olan insan haklarını, uygulamada herkesin yaralanabileceği şekilde gerçekleştirmek ve dolayısıyla bireyler ve toplumlararası karşılıklı hoşgörü ve saygıyı pekiştirmek için devletlere, tüm ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlara, sivil toplum kuruluşlarına, bireylere hülasa bu konuda birçok aktöre önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.

İnsan haklarını sadece devletle, oluşturulan hukuk düzeniyle koruyup geliştirmek mümkün değildir. İnsan haklarının insanların gönül ve zihin dünyasında yer bulması insan haklarını korumanın en güçlü teminatıdır. Sadece kendi hakkı veya çıkarı için değil, başkalarının hakkı ve çıkarı için de mücadele edebilen, her türlü haksızlığa karşı onurlu ve dik durabilen sorumlu insanların, sivil toplumun, kurum ve kuruluşların varlığı insan haklarının herkes için gerçekleştirebilmenin en önemli güvencesi olacaktır.

Son yıllarda insan hakları ve demokratikleşme alanında atılan adımlara rağmen özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili olarak polisiye tedbirlerin gözden geçirilmesinde fayda bulunmaktadır. Barışçıl ve şiddete başvurmayan gösterilere orantısız biçimde müdahale edilmesi, yargılamanın uzunluğu, haksız gözaltı iddiaları ile ilgili daha önce AİHMde nasıl ülkemiz aleyhine kararlar çıkıyorsa Anayasa Mahkemesi de benzer bir yaklaşımla bu başvurulara ihlal kararı verme ihtimali yüksektir. Mustafa Balbay’ın tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması ülkemiz demokrasi ve insan hakları standardı açısından olumlu bir gelişmedir. Özellikle gösteri ve yürüyüş hakkı çerçevesinde haklarını kullanan barışçıl göstericilerle amacı bu olmayan grupların bir tutularak kolluk tarafından şiddet görmeleri görmek istemediğimiz manzaralardır. Özellikle Cumhuriyet Bayramında ve benzeri günlerde şiddete başvurmadan yürüyüş yapmak isteyen bazı gruplara yapılan orantısız müdahaleler barışa ve güvenliğe kamusal katkı sağlamamakta aksine toplumsal gerilimi daha fazla artırmaktadır. Sosyal devlet ilkesi gereği bu gün sokaklarda donma tehlikesi geçiren evsiz insanlara yardım edip onları sıcak otellere yerleştirdiği gibi insan haklarına dayalı devlet olmanın sorumluluğu gereğini de yerine getirmekle mükelleftir. Sokakta donmaktan kurtarılan insanlar kadar sokakta barışçıl eylem yapan bireylerin de haklarına sahip çıkılmalıdır. Bu haklar bu günden yarına hepimiz için gerekli ve geçerli olan haklardır.

Ülkemizde hak arama bilincinin ve haklara saygılı olma şiarının yaygınlaştırılması, hak ve hürriyetlerin dili, dini, ırkı, rengi, düşüncesi, cinsiyeti ne olursa olsun herkes için olduğu gerçeğinin sadece sözü ile değil özü ile kabul edilip yaşatıldığı bir dünyaya ulaşılması temennisiyle tüm insanların 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Gününü kutlarım. 

10 Aralık 2013

AİHM Kararları Ne Anlama Geliyor?

Türkiye, hem 1959-2012 yılları arasında (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvurular ve hem de halen yargısal süreçteki toplam başvurular açısından Rusya’dan sonra 2. sırada yer almaktadır. Bununla birlikte, Türkiye aleyhine yapılan başvurular nüfusa oranladığında Türkiye 2011 yılı hariç son yıllarda Avrupa Konseyi (AK) genelindeki Sözleşmeye taraf ülkelere karşı yapılan ihlal başvuru ortalamasına yakın hatta çoğu zaman daha iyi durumdadır. 2011 yılında ise Avrupa Konseyi (AK) genelinde 1.000.000 kişi başına düşen başvuru sayısı 79 iken bu sayı Türkiye için 118’dir.

Türkiye aleyhine yapılan başvuru sayılarında son iki yılda özellikle 2011 yılında ciddi artışlar gerçekleşmiştir. Son iki yıldaki artışlar 2009 yılındaki başvuru sayısının yaklaşık iki katıdır. Son iki yıldaki artışların sebebinin bu alandaki bilinç artışı olduğu düşünülse bile gerçek sebeplerinin ortaya konulabilmesi için başvuru konuları itibariyle daha detaylı araştırmaya ihtiyaç vardır.

Başvuru sayılarındaki son yıllardaki artışlar insan hakları alanında özellikle etkin işleyen “kamu denetçiliği” “ ulusal insan hakları kurumu gibi önleyici mekanizmaların kurulması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel “şikâyet yolu” AİHM’e yapılacak başvuru sayılarında muhtemelen önümüzdeki yıllarda azaltıcı etki yapacaktır.

1959 – 2011 yılları arasında, AİHM tarafından en az bir maddeyi ihlal ettiği gerekçesiyle verilen toplam ihlal kararları sayısında (dava sayısı itibariyle) Türkiye, 2404 aleyhe kararla Sözleşmeye taraf 47 ülke arasında 1. sıradadır. Türkiye’ye ilişkin ihlal kararları Mahkemenin vermiş olduğu tüm ihlal kararlarının % 19’unu oluşturmaktadır.

Türkiye aleyhine verilen ihlal kararlarında, 2010 (% 17) ve 2011(% 16) yıllarında oransal olarak görülen iyileşmelere rağmen Türkiye, 2011 yılında da aleyhe sonuçlanan dava sayısı itibariyle en çok ihlal kararı verilen devlet konumundadır. Bir davada birden fazla maddenin ihlal edilebileceği göz önünde bulundurulduğunda ise, Sözleşme maddelerini en çok ihlal eden Devletler açısından Türkiye 2011 yılında Rusya’dan sonra 2. sırada gelmektedir. 2011 yılında Türkiye’ye ilişkin verilen ihlal kararlarının genellikle 5 veya daha önceki yıllardaki başvurulara ilişkin ve doğal olarak da başvurulardan en az 3-4 yıl öncesine ilişkin vuku bulan olaylara ilişkin olduğunu vurgulamak gerekir.

1959-2011 yıllarında Türkiye aleyhine verilen ihlal kararları arasında en çok ihlal edilen haklar sırasıyla, adil yargılanma hakkı (% 33 (yargılamanın uzunluğu %  13)), mülkiyet hakkı (% 16) ve özgürlük ve güvenlik hakkıdır (% 14).

2011 yılında ise Türkiye aleyhine verilen ihlal kararları arasında en çok ihlal edilen haklar sırasıyla, adil yargılanma hakkı (% 28 (yargılamanın uzunluğu %  18)), işkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağı (% 25) ve özgürlük ve güvenlik hakkıdır (% 13).

Son yıllarda, özellikle 2011 yılında, Türkiye’ye ilişkin verilen ihlal kararları arasında yaşama hakkına ve ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarda azalmalar görülmektedir. Bu önemli gelişmeye rağmen Türkiye halen bu konuda hakkında en fazla ihlal kararı verilen devletlerarasında yer almaktadır.

2011 yılında Türkiye’ye ilişkin verilen ihlal kararları arasında işkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağından dolayı verilen ihlaller % 25’le çok ciddi bir orana sahiptir. 2011 yılında İşkence ve kötü muameleden dolayı Mahkemenin vermiş olduğu ihlal karalarının yaklaşık % 60’ı Rusya ve Türkiye hakkındadır. Son yıllarda, özellikle 2011 yılında, Türkiye’ye hakkında insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağı ile bu hakka ilişkin yetersiz incelemelerden dolayı gerçekleşen mahkûmiyetlerde artışlar söz konusudur. Yetersiz inceleme, soruşturma olduğu gerekçesiyle işkence ve kötü muamele hakkına ilişkin olarak Mahkemenin vermiş olduğu toplam 89 ihlal kararından 37’isi sadece Türkiye hakkındadır.

Kötü muamele ve yetersiz incelemelerden dolayı Türkiye aleyhine verilen kararların yüksekliği, Türkiye’nin “işkenceye sıfır tolerans” politikasının daha etkin uygulanması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda ilgili kamu görevlilerine eğitim başta olmak üzere önleyici mekanizmalara ve bu çerçevede tarafımızdan da 2011’de onaylanan BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesi Ek Protokol’ünün (OPCAT) uygulanması büyük önem arz etmektedir.  

Adil yargılanma hakkına ilişkin olarak özellikle yargılamanın uzunluğundan dolayı, son yıllarda Türkiye aleyhine verilen ihlal kararlarında ciddi artışlar vardır. 2011 yılında Türkiye hakkında adil yargılanma hakkına ilişkin olarak verilen 83 ihlal kararının 53’ü yargılamanın uzunluğu hakkındadır. Yargılamanın uzunluğu gerekçesiyle verilen ihlal kararları dışında Türkiye aleyhine adil yargılanma hakkına ilişkin verilen kararlarda 2010 ve 2011 yılında gerçekleşen düşüşler bu konudaki kayda değer olumlu gelişmelerdir. 

Mehmet ALTUNTAŞ

Başbakanlık İnsan Hakları Son Başkanı

10 Aralık 2012 Ulucanlar Cezaevi Konferans Salonu

YENİ ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İLE İLGİLİ ÖNERİLER

2011 YILINDA TBMM YE GÖNDERİLMEK ÜZERE YENİ ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İLE İLGİLİ ÖNERİLERİM

  1. 1982 Anayasasının metni 17 defa değiştirildiği halde ruhu aynen muhafaza edildiği için Yeni Anayasa özgürlükler esas alınmalı ve sınırlamalar istisna olmalı, hakkın özü zedelenecek istisnai düzenlemeler yapılmamalıdır.
  2. Yeni Anayasa evrensel insan hakları değerleri, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile uyumlu olmalı ve Yeni Anayasa “bu değerlere” saygılı değil dayalı olmak zorundadır.
  3. Anayasa kuvvetin yalnızca haktan kaynaklandığı bir düzeni öngören bir zihniyete sahip olmalı hiçbir zümre, sınıf ve grubun olağandışı müdahalesine zemin hazırlamamalıdır.
  4. 1982 Anayasasında olduğu gibi diğer anayasa maddelerini bağlayacak şekilde soyut ifadelerin yer aldığı başlangıç bölümü kaldırılmalı veya mutlaka kalacaksa da genel temenni şeklinde Devletin bireylerin hak ve özgürlükleri için var olduğu, bunları engellemek gibi bir genel amacın güdülemeyeceği, herkesin eşit ve millî egemenliğin esas olduğu vurgulanabilir.
  5. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Kanunla bu yetki devredilemez ve bu yetki diğer kurumlar arasında paylaşılmayıp sadece parlamentoda olmalıdır. Diğer organlar TBMM’nin belirlediği görevleri yerine getirmekle mükellef olmalıdır. Örneğin devletin ve rejimin korunması ve kollanması gerekçe gösterilerek hiçbir grup ve sınıf, millet egemenliğinin temsili makamı olan Meclisi ortadan kaldıramamalıdır. Milli Egemenliği ihlal edip meclisi kapatıp, kaldırmaya çalışanların ve kaldıranların işledikleri suçlar asla zamanaşımına uğramamalıdır.
  6. Herkesin temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesine katkı sağlayacak yargı dışı uzlaşma amacıyla uluslararası standartlara uygun başta bir insan hakları kurumu ve diğer kamu denetçiliği kurumu ve eşitlik kurumu gibi kurumlar yeni Anayasada yer almalı ve bunlar anayasal teminat altına alınmalıdır.
  7. Yeni Anayasa toplumun farklı unsurlarını dışlamayacak şekilde düzenlenmeli ve herkesin temel hak ve özgürlüklerinden yararlanmasında eşit davranmalıdır.
  8. Farklı etnik ve kültürel grupların grup hakları adları sayılmadan anayasal teminat altına alınacağı belirtilmeli ve en geniş anlamda her türlü azınlığın haklarının güvence altına alındığı ve onların kimlik ve kültürlerinin yaşatıldığı bir anayasa hazırlanmalıdır.
  9. Resmi yazışmalarda kullanılacak dilin yalnızca Türkçe olması şartıyla herkesin anadilini konuşması, çocuklarına öğretmesi ve bu amaçla eğitim alması serbest olmalıdır.
  10. YÖK (Yüksek Öğrenim Kurumu) kaldırılıp eğitim hakkının yerine getirilmesinde genel koordinasyon ve akredite kurumu şeklinde üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayacak bir kurumun kurulacağı belirtilip ayrıntılı düzenlemesi kanunla yapılmalıdır.
  11. Herkesin eğitim ve öğrenim hakkı hiçbir gerekçeyle engellenemeyeceği belirtilip özellikle inancından, düşüncesinden ve kılık kıyafetinden dolayı hiç kimseye ayrımcılık yapılmayacağı teminat altına alınmalıdır.
  12. Yasama, yargı ve Yürütme üzerinde vesayete neden olabilecek MGK ve benzeri kurumların anayasal kurum olmaktan çıkartılmalıdır. MGK Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde yer alacak Genel Kurmay Başkanlığı veya birimine bağlı bir kurul haline getirilebilir.
  13. Kanunlar uluslararası sözleşmelere ve anayasaya uygun olmalıdır.
  14. Herkesin özellikle başkasının yaşam hakkının ihlal edilmesini teşvik eden düşünceler hariç şiddet içeremeyen her türlü dini ve felsefi inanç, düşüncesini açıklaması ve yayması serbest olmalıdır.
  15. Devlet ve kurumları her türlü dini inanç ve gruplara eşit mesafede durmalıdır. Dini inanç grupları hazine gelirlerinden eşit oranda yararlanmalıdır.
  16. Devlet grupların kendi inanç ve ibadet şekillerini nasıl tanımlıyorlarsa onları öylece tanımalı ve onları kendi istekleri dışında tanımlamaya uğraşmamalıdır.
  17. Diyanet İşleri Başkanlığı değişik inanç gruplarının da ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde yeniden yapılandırılmalı ve bireylerin ihtiyaçları doğrultusunda hizmet edecek bir idari ve mali özerkliğe sahip anayasal bir kurum olmalıdır. DİB bir inanç ve mezhebin temsilcisi olmamalı ve bireylerin günlük ibadetlerine müdahale etmemelidir. Kolaylaştırıcı ve destekleyici olmalıdır. Örneğin camilerde ve kiliselerde okunacak vaaz ve hutbeleri bir kurum veya kişi belirlememelidir. Aksi takdirde Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurum olmaktan çıkartılmalıdır. Çünkü bu haliyle Kurum laikliğe aykırı hale gelmiş Devletin dinler üzerinde baskı aracı haline dönüşmüş olur.
  18. Laikliğin anlamının “dinsizlik” olmayıp devletin bütün din ve inanç gruplarına eşit davranması ve hazine gelirlerinden eşit yararlandırılması ve ibadetlerin yapılmasına müdahale edemeyeceği her bir vatandaşın kendi inancına uygun yaşayabildiği bu yaşam biçimini devlet eliyle diğer kurum ve kişilere dayatmayacağı bir sistem anlamına geldiği ifade edilmelidir.
  19. Örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalıdır. Özellikle siyasi partilerin kapatılması yerine suçların şahsiliği ilkesi gereği o suçtan dolayı mahkûm olan kişilerin vekilliğinin düşürülmesi ilkesi benimsenmelidir.
  20. Dernek ve vakıflara üye olmak sivil toplumun vazgeçilmez bir değeridir. Bu sebeple sivil düşünce ve örgütlenme teşvik edilmelidir. Acil ve hayati hizmetler dışında tüm memurların sendika kurması yanında toplu sözleşme ve grev hakkı da tanınmalıdır.
  21. Ormanların korunması ile ilgili genel hususların dışında yer alan detaylı düzenlemeler ve “Kooperatifçiliğin geliştirilmesi” gibi kanunla düzenlenebilecek hususlara yeni anayasada verilmemelidir.
  22. Değiştirilmez maddelerin bulunduğu bir anayasa olmamalıdır.
  23. Bu anayasa mecliste kabul edildikten sonra mutlaka halkoyuna sunulmalıdır.

Mehmet ALTUNTAŞ

Başbakanlık Uzmanı

28.12.2011

Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti Manevi Fethe Muhtaç -1

Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti Manevi Fethe Muhtaç -1

Kumarhane Sorunu

Kıymetli okurlar..

Size şu anda Kıbrıs’ta toplumsal hayatı, aile hayatını yok eden kumar probleminden bahsetmek istiyorum. Bu konu yılların birikimi olup her geçen gün büyüyen bir problem haline gelmiş durumda. Kıbrıs’ta Gazimağusa’da yaşayan bir arkadaşın bildirdiğine göre kumarhaneler yüzünden birçok insan ailelerinden kopma noktasına gelmiş aileler dağılmış durumda. Manevi çürüme de cabası

Türkiye’nin yıllardır mücadele ettiği ve sonunda Kıbrıs’a postalamak zorunda kaldığı kumarhaneler, KKTC’nin de baş belası haline geldi. Zaman zaman yer altı dünyasının önemli isimlerinin çatışmasına sahne olan ve pek çok kişinin öldüğü kumarhaneler için Kıbrıs Türkleri çare arıyor.

İşletmecilerin ve çalışanlarının çoğunluğunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının oluşturduğu kumarhaneler konusunun Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiğini düşünüyorum. Onlarca kumarhane ve yüzlerce bahis eviyle, Kıbrıs tam bir kumar cehennemi olmuş. Eskiden otellerin kumarhaneleri varken, bugün kumarhanelerin otellerinden söz edebiliriz. Konunun uzmanlarına göre denetim sıfır.” Kumarhanelere girme yasağı bulunan halkın kumarla yatıp kumarla kalkar hale gelmiş.

Biliyorsunuz ki, Rusya’da bile kumarhaneler benzeri problemler yüzünden kapatılmıştır. Eskiden çok kalender bildiğim, harika birçok insan kumar batağı yüzünden artık vereceklerini vermemeye, yalan söylemeye başladılar. Benim bu şekilde borç verdiğim, bir şekilde ticari faaliyette bulunduğum birkaç kişiden alacaklarımı alamadım ki bu bütün toplumu kapsayan genel bir problemdir. Artık toplumsal güven kalmadı. Çünkü insanlar kumar alışkanlığı yüzünden insanlıktan çıkmaya başladılar.

Birçok ülkede kumarhanelere (casino ve bet salonları) o ülkenin yurttaşlarının girmesi yasaktır ve kesinlikle kumarhanelere giremezler. Ebetteki burada da yasa gereği kumarhanelere KKTC vatandaşlarının girmesi yasak. Ancak bunun uygulaması yok ve formalite bir yasa halinde şu anda. Kuzey Kıbrısta’ki kumarhanelerdeki insanların yüzde 80’i KKTC vatandaşları ve Türkiye’den buraya ekmek parası kazanıp Türkiye’deki ailelerine göndermek için buraya gelen ve çalışan insanlardır.

Türkiye’de nasıl kumarhaneler kapatılıp bu beladan ulusumuz kurtarıldıysa burada da bu tür bir çözüme ihtiyacımız var. Buradaki siyasi otoritelerle bu sorunu çözmeye çalıştık ama bu hükümetlerin kumarhanelerden gelen vergi kazancını önemsemeleri yüzünden bir türlü olmadı. Ayrıca Türkiye’den KKTC’ye yüksek miktarda yapılan para yardımına rağmen buradaki ekonomik darboğazın sebebi de yüksek miktarda kumar oynama alışkanlığıdır.

Metin MÜNİR 2006 yılında Milliyet’te yayınlanan köşe yazısında “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki (KKTC) casino rezaletinden askerler (Türk askerleri) ve politikacılar (Kıbrıslılar) eşit derecede sorumludur. Askerler sorumludur, çünkü Kıbrıs polisi 1974’ten beri oradaki İçişleri Bakanlığı’na değil, askere bağlıdır. Casinoları denetlemek, lisans başvurularını süzgeçten geçirmek polisin, dolayısıyla askerin görev sahasındadır. Bu görevin iyi yapılmadığı kesin.” diyor. Bu tespitler sorunun nereden kaynaklandığını tespit edip çözümü aramak açısından önemlidir.

Kumar oynamak insanların özgür iradelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir eğlence türü olduğundan dolayı buna karışılmasından yana değilim. Ancak sürekli kazanan bir Kumarhanenin bu kazancını devam ettirmesi için her yol mubahtır ilkesine sarılmamalıdır. Olmadığını bile bile şansını denemek insan olmanın tuhaflığı galiba. Kumarhanede sadece kumarhane sahibi kazanıyor gerisi hep şanssız güruhlar. Bunu bilmeyecek veya umursamayacak kadar aptal veya paralı olanlar, gitsinler sigara dumanlı, izbe mekânlarda acayip gürültülerle çalışan birtakım makinelere veya masalara paralarını yedirsinler. Kendileri bilir. Ancak şu var ki insanlar kazancının çoğunu kumarhanelere verince esnafa, dolayısıyla piyasada sıcak para dolaşımına bir faydası olmuyor.

Bu sorunun çözümü için öncelikle Kuzey Kıbrıs’taki Hükümet ve bu soruna dolaylı da olsa katkısı olan ülkemizdeki yetkililerin de duyarlı olması gerekiyor sanırım.

Mehmet ALTUNTAŞ

06 Eylül 2011

15 Temmuz Açıklaması

Kıymetli Basın Mensupları ve Değerli Vatandaşlarımız

Bu gün burada Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunu temsilen 15 Temmuz Hain FETÖ Darbe Girişimi sanıklarının yargılandığı mahkemeyi takip etmek üzere bulunuyoruz.

Başbakanlık ile ilişkili olarak sivil toplum ile Kamu arasında köprü vazifesini üstlenen ve yeni bir kurum olan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu 6701 sayılı kanunla kurulmuştur. 15 Temmuz Darbe girişimi sebebiyle kurumumuz 1 yıl gecikmeyle teşkilatlanmasına başlamış olmasına rağmen ve kısa sürede ikincil mevzuatını hazırlayarak çalışmalarına başlamıştır.

Başkanlığını yaptığım Kurum Türkiye’de insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi ve ayrımcılıkla mücadele başlıkları altında toplanan belli başlı görevleri vardır.

Malumları olduğu üzere 1960 yılında yapılan darbe girişimi ile 12 Eylül Askeri Darbesi ve 28 Şubat Post Modern Darbesi ile ülkemizde hem demokrasi akamete uğratılmış hem de insan hakları ihlalleri hat safhaya ulaşmıştır. Bu darbe girişimlerinin destekleyicisi uluslararası emperyalist güçler yine ülkemizi bir iç karışıklığa sürüklemek ve milletimizin birlik ve beraberliğini parçalamak için 2016 yılı 15 Temmuzunda silahlı Kuvvetler içerisinde yuvalanmış bir grup FETÖ Terör Örgütünü harekete geçirerek ülkemizde bir darbe girişiminde bulunmuş 250 vatandaşımız şehit olmuş, darbeciler tarafından başta TBMM olmak üzere pek çok kamu kurumu bombalanmış ve ülkemiz milyarlarca lira zarara uğratılmıştır.

İşte biz Kurum olarak FETÖ Darbe Sanıklarının yargılanmış olduğu bu mahkemeyi izlemek üzere buradayız. Konun sonuna kadar takipçisi olacağız.

Daha önce de belirtmiştik. 15 Temmuz gecesi Sayın Cumhurbaşkanımızın Başkomutan olarak “Halkın gücünün üstünde bir güç tanımadım. Milletimi hava meydanlarına ve meydanlara davet ediyorum.” çağrısı uyarak veya daha önceden sokaklara çıkarak darbecilerin tankları, uçakları ve silahları önüne set olmuş şehitlerimiz ve gazilerimizin ve milletimizin hakkı için buradayız.

Takip ettiğimiz davaların adil bir yargılama ile yürütüldüğü hususunda şüphemiz yoktur.

Emperyalist güçler tarafından 15 Temmuz Hain FETÖ darbe girişimi ile Ülkemizin karışıklığa uğratılması akamete uğrayınca bu sefer de Suriye ve Irakta PKK ve DEAŞ gibi terör örgütleri desteklenerek saldırılarını devam ettirdikleri görülmektedir. Bu sebeple baskı ve zulüm altında kalıp ülkemize sığınan milyonlarca sığınmacının ve roket saldırıları ile can veren vatandaşlarımızın yaşadığı sıkıntıların önlenmesi için uluslararası mevzuata uygun biçimde yürütülen ve Silahlı Kuvvetlerimizin Zeytin Dalı Harekâtını da desteklediğimizi açıkladık. Kilis ve Hatay illerimize yaptığımız ziyaretlerde Harekâta olan desteği bildirmiş ve özellikle camiye ve sivil kişilerin kaybına sebep olan saldırıları da kınamıştık.

Bu gün burada yeniden tekrar ediyorum ki; 15 Temmuzdan sonra Türkiye’nin adı Kahraman Türkiye’dir. Kurumumuz 15 Temmuz Darbe Girişiminin karşısında duran tüm sivil toplum örgütleri ve vatandaşlarımızla işbirliğine hazırdır. Özgürce yaşadığımız bu vatan hepimizindir. Vatanımıza birlik ve beraberliğimize sahip çıkmalıyız.

Sözlerimi Mehmet Akif Ersoy’un bir dizesi ile bitirmek istiyorum.

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Saygılarımla.

Av. Süleyman ARSLAN

TİHEK Başkanı

Avrupa kimliğini nasıl tanımlayabiliriz ve bu kimlik içinde Türkiyenin Türklerin yeri nedir?

Konu: “Avrupa kimliğini nasıl tanımlayabiliriz ve bu kimlik içinde Türkiye’nin, Türklerin yeri nedir?”

Hazırlayan: Mehmet ALTUNTAŞ

Öğrenci No: 142179201

Öğretim Görevlisi: Doç Dr. M. Murat Erdoğan

1 Mayıs 2015

Avrupa kimliğini nasıl tanımlayabiliriz ve bu kimlik içinde Türkiye’nin, Türklerin yeri nedir?

Avrupa Kimliği

Avrupa kimliğini tanımlayabilmek için tarihi evreleri ve süreçleri ele almak zorundayız. Dünya tarihinde ilk medeniyetlere beşiklik eden Mezopotamya ve Mısırın ulaştığı düzey daha sonra felsefeciler aracılığıyla önce Girit ve Yunan adları üzerinden Ege bölgesinde (İyonya) yeni devletlerin kurulmasına buralarda medeniyetin gelişmesine sebep olmuştur. Daha sonra bu süreç Avrupa Kıtasına geçmiş bu günkü Yunanistan coğrafyasında antik Yunan diye bilinen devletlerin ve medeniyetlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aristo, Sokrates ve Platon gibi felsefeci ve bilginlerin Mısır ve Mezopotamya’dan neşet eden bilim ve anlayıştan etkilendikleri tarihçiler tarafından da kaydedilmektedir. İşte Antik Yunan ve daha sonra Roma şehir devletlerinde ortaya çıkan uygarlıklar ve elbette Hıristiyanlık inancı bu günkü Avrupa kimliğine kaynaklık etmektedir. Sömürgeci ve dinsel bir temele sahip olmakla birlikte Yüzyıl savaşları adı verilen mezhep savaşları, yine batılı Avrupa devletlerince çıkartılan 1. Dünya savaşı ve özellikle 2. Dünya savaşı hem dünya da hem de Avrupa’da büyük bir yıkıma neden olmuştu. Japonya’ya atılan nükleer bombalardan Nazi Kamplarında yürütülen soykırım hadiselerine kadar bir yığın günahı bulunan batı bir deyişle bu yaşadıklarından bir ders çıkarttı desek yeridir. 1945 te BM nin kurulması ve 1948 de BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile dünyaya bir bildirge dönemi başladı. Bu şu demek artık savaş ile sömürü canımıza tak etti zulüm ve insanlık dışı muamelelere sebep olmayalım. Biz birbirimize sebep olmayalım. Tabiri caizse batılı devletler “ben senin ayağına basmayayım sen de benim ayağıma basma” anlayışı ile birbirileriyle kıyasıya savaş eden Fransa ve Almanya arasında işbirliğine gidildi. Diğer ülkeler de bu ekonomik amaçlı birliğe katıldılar. AKÇT Anlaşmasına Almanya, Fransa, İtalya yanında Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’dan müteşekkil BENELÜX ülkeleri denilen devletler de katıldılar. Avrupa kültürü veya kimliği böylece tamamlanmış oldu. Bu kültür bir yanıyla insan haklarını savunurken diğer yandan Bosna’da Sırp katliamına soykırımına sırf Müslüman oldukları için göz yuman, bir yandan da ülkemizi “Ermeni Soykırımı” iddiası ile suçlarken el birliği ile İsrail’in Ortadoğu’da yaptığı zulme katliamlarına destek veren bir kimlik olarak algılanmaktadır.

Şurası da var ki Ortadoğu’ya ve diğer coğrafyalara bakıldığında insanların birbirlerini katlettiği bir dünyada Avrupa Kültürü ve kimliği uluslararası evrensel demokratik ve insan hakları standartları gelişmiş olduğunu da itiraf etmemiz gerekiyor. Avrupa da halen ırkçı çevreler kadar vicdanlı ve dünyada yaşanan zulümlere tepki gösteren bireyler de bulunmaktadır.

Bu çerçevede ele almak gerekire Avrupa kimliği denilen kavram, bilhassa Avrupa Birliği öncesi Avrupa Topluluklarında dile getirilmeyen yeni bir olgudur. Avrupa Birliği, temellerini, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nda atmış, ilerleyen süreçte bu topluluğun kapsamı ve üyeleri genişlemiş, daha sonra da bu topluluğun devamı niteliğinde birçok yeni ve geniş topluluklar kurulmuştur. Önceleri sadece ticari anlamda herhangi bir topluluktan hiçbir farkı olmayan topluluğun kapsamı genişletilmiş ve üyelik kriterleri oluşmuştur. Birlik büyüdükçe, Avrupalılık kavramı tartışılmaya başlanmış ve Avrupa kimliği üzerine araştırmalar yapılması birlik tarafından teşvik edilmiştir. Avrupa kimliği düşünceleri temelde, Avrupa Birliği’ne dahil olan farklı ırklara ve farklı dillere sahip ülkelerin, ortak düşünceye sahip olmalarını sağlamaktır. Bir bakıma her ülkenin müşterek bir paydada birleşmesini sağlayabilmek, ortak bir Avrupalılık kavramını geliştirip bu olgunun uluslar-üstü bir kavram haline dönüştürmek amaçlanmıştır. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkeler, toprak bütünlüğü, ulusal kimlik ve milli değerler gibi kavramları, Avrupalılık kavramından sonra ele almaya özen göstermekte ve bu da Avrupa kimliğinin, ulusal kimlikten ayrışmasına yol açmaktadır.1

Türk kimliği

Gelgelelim Türk kimliğine; Orta Asya’dan göç etmek suretiyle yeni vatan olarak Anadolu ve Balkanları yurt tutan Türkler İslam inancı ile kadim gelenek ve töresini mezcederek Ortadoğu ve Asya’nın vazgeçilmez gücü haline geldi. Önce Selçuklu Devleti daha sonra Osmanlı Devleti ile Avrupa ve Asya’nın birleştiği geniş topraklarda Bağdat’tan Fas’a, Kırım’dan Yemen’e, Batum’dan Viyana’ya kadar uzanan bir coğrafyada adalet ve hakkaniyetle hâkimiyet sürmüş bir millettir. Selçuklular ve özellikle de Osmanlılar sömürge amacı gütmeden hakim olduğu toprakları imar etmiş halkları kendi dil ve inancında serbest etmiş, bu yüzden barış getirdiği topraklarda 2. Roma benzetmesine hak kazanmıştır.

Ne var ki sanayileşme ve yeni kıtaların keşfi ile yeni insan ve varlık gücünü ele geçiren Avrupa sömürge zihniyeti ile önce Amerika kıtasını, daha sonra Afrika ve Ortadoğu’yu parsel parsel işgal ederek sömürgeleştirmiş, o ülkelerin zenginliklerini Avrupa’ya taşımıştır. Afrika’dan Amerika’ya ve Avrupa’ya köle olarak getirilen insanlar zenginliğin önemli bir kaynağı haline gelmiştir. Bununla yetinmeyen Avrupalı sömürgeci güçler İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya başta olmak, üzere bu günün Avrupa Birliğini oluşturan devletler zenginliklerini ve sanayileşme hamlelerinin kaynağını bu sömürgeci karakterlerine borçlular.

17 ve 18. Yüzyılda Batılı devletlerin atılımları karşısında Osmanlı Devleti zayıflamış ve askeri güç olarak geri kalmıştır. Güçlenen Rusya’nın işgalci iştahları karşısında İngilizler ve Fransızlarla ittifak yapması gerekince ilk defa Avrupa kavramı ile Türkler karşı karşıya kaldılar. Yapılan ilk ittifak anlaşması 1856 da yapılan Paris barış antlaşmasıdır.

Avrupa Kimliği ve Bu Kimlik İçinde Türklerin Yeri

Viyana surlarına dayanan Türk batılının kafasında bir barbardır. Ayrıca yok edilmesi gereken bir vahşi düşmandır o. Güçlü döneminde fermanla Paris’te oynanan bir tiyatroyu dahi etkileyen ve oyundan kaldıran devlet idi Osmanlı. Avrupa Devletleriyle denge güden Osmanlı zayıflayınca Rusya’ya karşı Avrupa devletlerini yanına almaya çalıştı. Bu çerçevede bir anlaşma yapıldı. Paris anlaşması ile Osmanlı bir Avrupa devleti sayıldı.

Paris Antlaşmasının önemi Avrupa’da barış ve karşılıklı işbirliği arayışlarından birisi olmasından kaynaklanır ve en önemli özelliği o dönemin “ortak düşmanı” haline gelen Rusya karşısındaki ittifak yapan ve galip gelen grubun içinde Osmanlı Devletinin de varlığıdır.

Anlaşma Kırım Savaşını kazanan Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa ile Rusya arasında 30 Mart 1856’da imzalanan bir barış anlaşmasıdır ancak gelecekteki bir Avrupa Bütünleşmesi düşüncesine yönelik ipuçları vardır.

Anlaşmanın 2. maddesi şöyledir:

Osmanlı Devleti Avrupa devletler topluluğunun bir üyesidir, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa devletlerinin ortak garantisi altınadır.”

Avrupa Birliği

Avrupa Birliği kavramına gelecek olursak, 2009 itibariyle, 27 üye ülkeden oluşan, ticari, siyasi ve sosyal anlamda bir örgütlenmeden ve geniş bir oluşumdan bahsetmemiz gerekir.

Öncelikle 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adı altında birleşen Avrupa ülkeleri, Roma Antlaşması ile Avrupa Topluluklarını kurdular. Fransa, İtalya ve Benelüks (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) ittifakında yola çıkan Birlik, yeni katılımlarla ve yeni ticari açılımlarla sürekli genişlemiş ve halen de genişlemesini sürdürmektedir. Avrupa Birliği’ne giden süreçte, Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkeleriyle yakın ilişkiler içerisinde olan Avrupa Topluluğu, sınırını ve “Avrupalılık” kavramını şöyle sınırlamıştır:2

1) Demokratik açıdan güvenlik: Üye ülkenin parlamenter demokrasiye ve insan haklarına saygı duyması ve sivil toplum örgütlenmelerine özgürlük vermesi öncelikli şartlar arasındadır.

2) Müktesebat (Acquis communautaire): Üyenin ekonomik olgunlukta, ekonomik ve parasal geçiş istikrarına sahip, siyasal ve idari altyapıların birbiriyle uyumu olması kuralına tabi, siyasal kadro hazırlığını yapmış ve Birliğin siyasi müktesebatını kabul etmiş ve uygulamaya geçirmiş olması gerekir.

3) Siyasal şeffaflık: Üye, birlik yetkileri genişlemesi ve kurumsal reformlar konusunda birikimli olması bununla birlikte milli çıkarlara açıklık getirmesi şarttır.

4) Avrupalılık: Üye olacak olan devletin Avrupa içindeki coğrafi konumu, ortak kültür mirası ve Avrupa Birliği ve Avrupa kimliği ruhuna sahip olması zorunludur. Yukarıda da belirtildiği gibi AB, üye olacak devletlerde birtakım şartlar aramaktadır.”

Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkileri

AB-Türkiye ilişkilerine kısaca göz atmakta fayda var. Kuruluşuyla birlikte muasır bir medeniyete sahip olma hedefi Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikli hedefi olmuştur. Türkiye, günümüzde en ileri ve gelişmiş ülkeler olarak kabul edilen Batılı devletlerin bir parçası olma yolunu kendine benimsemiştir. Bu bağlamda Türkiye, Batılı ülkelerin içinde yer alan Avrupa Birliği’ne dahil olma amacını taşıyarak, 1950’li yıllardan beri Avrupa Toplulukları ile yakın ilişkide bulunma siyasetini sürdürmektedir. Bu süreci zaman zaman iç-dış etkenler nedeniyle dondurmak zorunda kalsa da, Türkiye, hedefini gerçekleştirmek için birçok anayasal değişiklikler yapmış ve hemen hemen her konuda geniş ve kapsamlı reformlar gerçekleştirmiştir. Bu reformlar günümüzde de devam etmektedir.

Sonuç: Avrupalılık Kimliği Türkiye’ye, Türkiye Avrupa Birliğine Ne Katar?

Ülkemizde Avrupa Birliğinin Türkiye’nin hayrına olduğunu savunan Sağcı, Liberal ve bazı sol çevreler olduğu gibi aksini iddia eden AB karşıtı milliyetçi, ulusalcı ve dindar kesimler de bulunmaktadır. Türkiye’nin, hem coğrafi konum hem de Avrupalılık kavramı bakımından Avrupa Birliği’nde yerinin olmadığını savunan birçok Avrupa ülkesi vardır. İç işlerinde bağımsız dış işlerinde Avrupa Birliği’ne bağlı olan üye ülkeler, Avrupa’nın bir kimlik değerinin olduğunu, bu değere Türkiye’nin dahil olamayacağı üzerinde durmaktadır.

Türkiye, Avrupa kimliğine coğrafi konum ve reformların yeterince ve kurallara uygun uygulanması konusu haricinde, AB’ye üye ülke olmaya muktedirdir. Bununla birlikte, Türkiye’nin Avrupa kimliği içinde etkin bir role sahip olduğunun da altı çizilmelidir. Türkiye’nin AB’ye üye olması, AB’nin zenginliğine ve çeşitliliğine katkıda bulunacaktır. Kültürel zenginlik bakımından oldukça ileride olan Türkiye, AB’nin tek sesliliğini değiştirmeye imkan sağlayabilir.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana reformlardan ve değişimden yana olan liberal ve sağ gözüken ANAP ve AK Parti3 AB üyeliğini desteklemiş ulusal ve milliyetyçi çevreler ise statükodan kaynaklı olarak karşı çıkmışlardır. AB Müktesebatı ve evrensel standartları kazanmak Türkiye AB ye üye olmasa da gerekli özellikler ve kazanımlar olacaktı. Demokratik ve insan haklarına dayalı bir Türkiye AB ye üye olmasa da çevresinde saygın ve örnek alınır bir ülke olacaktır.

Türkiye, hedeflediği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için kendisine örnek aldığı ülkelerin anayasalarına göre yetersiz kalan yürürlükteki 1982 Anayasası yerine katılımcı ve özgürlükçü bir anayasa hazırlamalıdır. Yeni anayasa güçlü bir toplumsal dayanağa sahip, başta Avrupa Birliği kriterleri olmak üzere uluslararası normlara uygun, bireyin hak ve özgürlüklerini üstün tutan, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi esas alan demokratik hukuk devleti anlayışını yansıtan, kısa, açık ve anlaşılır şekilde olmalıdır. İşte bu hedefe ulaşabilmek de ancak Avrupa kimliği ve AB üyeliğini benimsemiş bir Türkiye gerekleştirebilecektir.4

1 http://turkiye-ab.blogspot.com.tr/2009/04/avrupa-kimligi-ve-turkiye.html

2 http://turkiye-ab.blogspot.com.tr/2009/04/avrupa-kimligi.html

3 NOT: Prof.Dr.İdris KÜÇÜKÖMER in Düzenin yabancılaşması kitabında da belirttiği gibi aslında sağcı gözüken partilen reformcu ve değişimci Avrupa Birliği yanlısı partilerdir denilebilir.

4 Türk Anayasalarında İnsan Hakları, Başbakanlık Uzmanlık Tezi, Mehmet ALTUNTAŞ, 2002, http://www.tihk.gov.tr/tr/basbakanlik-insan-haklari-baskanligi/akademik-calismalar (1.05.2015)